50 YIL


Her on yılda, elinde olmadan muhasebe yapıyor insan, gelişigüzel de olsa.
Hele elli yılı devirmişse. Koskoca elli yıl, başka deyişle yarım yüzyıl, dile kolay. 

Uzun yıllar sonra yılbaşı akşamı kar yağıyor İstanbul'a. Penceremin önündeki küçük masamda, ağır ağır yağan karın ritmine uyarak yazıyorum. Sokak lambasının ışığında ne de güzel görünüyor yere düşen kar taneleri. 

Tam on dokuz yıl önce bugün oğlumu dünyaya getirmiştim. Doğumdan bir kaç gün önce çok eski bir İstanbul kitabında gördüğüm fotoğrafı hatırlıyorum. Karlar altında Sultanahmet. Hamileliğim boyunca hemen hiç aşermedim, ama o fotoğrafta gördüğüm tabloya adeta aşerdim. Hani kar yağıyor olsaydı o gün, karnı burnunda olmama aldırmadan fırlayıp çıkacaktım evden, atacaktım kendimi Sultanahmet'e. Söz verdim kendime, ilk karda çocuğumu da alıp gitmeye. İlk karda değil ama, bir kaç yıl sonra bembeyaz örtü altındaki o tarihi mekânda bulduk kendimizi. Dedesiyle neşe içinde kartopu oynayan oğlumu seyrederken ne kadar da mutluydum, mutluyduk.

İlk doğum günüm on yaşımda kutlandı. Ailede doğum günü kutlamak gibi bir gelenek yoktu o zamanlar. Nasıl akla geldi nasıl karar verildi bilmiyorum, ama ablamın etkisi olduğunu düşünüyorum, 1977 yılının mayıs ayının altısında, halamın evindeki kutlamada ilk kez değerli olduğumu hissettim. İlk kez hediye aldım; en çok ablamın hediyesi HEIDI 'Mutlu Kız'ı sevdim. 

Mutlu Kız ! 

Hayatım boyunca mutlu olmaya çalıştım (herkes gibi). Mutlu olmaya çalışırken dünyanın hatasını yaptım. Bazılarından ders aldım, bazılarını tekrarladım. Hataların insanı pişirdiğine inanıyorum; bazen pişe pişe kavrulduğumu da hissetsem de.

Onlu yaşlarım heyecanlarla, ideallerle geçti. Okumayı çok seviyordum, neredeyse derslerden arta kalan tüm zamanımı okumayla geçiriyordum. Altı yaşımı bitirirken Kuran okumaya başladım, İlkokul birinci sınıfta okumayı sökünce ise elime ne geçtiyse okudum. Okulu çok sevdim ben, öğretmenlerimi de. Lise son sınıf hariç bir gün bile okulu kırmadığımı söylediğimde şaşırıyor insanlar. Tekel'in yuvasındaki Fatoş öğretmen, ilkokul öğretmenim Şaduman hanım, ortaokuldaki Türkçe öğretmenim Nurhan Karal duygu ve düşünce dünyama en büyük katkıları yapan insanlar oldu. Hep öğretmen olmak istemiştim, bu yüzden öğretmenlere karşı özel bir sevgim var. 

Yine onlu yaşlarımda ilgilenmeye başladım ülkemin siyasetiyle. Evimize her gün giren Hürriyet Gazetesi'ndeki köşe yazılarını okuyup, televizyondan haberleri izleyerek sürekli gündemi takip ederdim. 
Sonra yüksek okul yıllarım ve Adapazarı'nda geçen iki güzel yıl. Özgürlüğü tattığım, kendime güvenimin pekiştiği, az buçuk da özgüven artıladığım, ayrılırken evimin perdesine sarılıp hüngür hüngür ağladığım muhteşem yıllar. 

Yirmi yaşımda işe başladım. Kendi paramı kazanıyor olmanın gururu tarif edemeyeceğim kadar güzeldi. Bu işyerimde geçirdiğim yirmi iki yıl ise çok daha güzeldi. Patron müessesesiydi, kardeş iki patronum vardı. Onlarla büyüdüm diyebilirim. Yalanın, çekişmenin, düzenbazlığın, kötü sözün, yüksek sesle konuşmanın bile olmadığı bir işyeri düşünebiliyor musunuz şimdilerde? Tatlı bir rüya gibi sanki. Böyleydi benim işyerim, ailem gibiydi hepsi. İş gerginlikleri, stresi elbette vardı, ama hiç hatırlamıyorum. Çünkü mutluydum. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. 

İş ahlâkını, prensipli, disiplinli olmayı, sorun varken bile gülümseyebilmeyi, ne yaşanırsa, başımıza ne gelirse gelsin hayatın devam ettiğini ve sürdürülmesi gerektiğini orada öğrendim. Aslında ikinci bir okuldu benim için.

Otuz yaşımı bitirirken anne oldum. Hiç düşünmediğim bir şeydi; annelik içgüdüsü olan, çocuk seven bir kadın değildim. Meğer ne muhteşem bir şeymiş annelik. İçinde bir canlı büyütmek inanılır gibi değil. Karnına atılan tekmelerin, dünyaya geldiğinde kucağına aldığın minnacık bedenin verdiği sevinç her şeye değiyor. "İyi ki doğurmuşum" diyorsun. Artık hayatın tamamen değişiyor, yalnız kendi çocuğun için değil dünyadaki tüm çocuklar için sorumlu hissediyorsun kendini. Hiç bir çocuk üzülmesin, aç kalmasın, savaşlarda ölmesin diyorsun. 

Özgüveni yüksek bir çocuk değildim. Çalışan bir annenin çocuğu olarak ilkokul birinci sınıftan itibaren kendi anahtarımla eve girip çıkabildiğimden kendime güvenim çabuk gelişti. Cesurdum, korkusuzdum ama başkalarının düşünceleri benim için çok önemliydi. Nereye gidip ne yaptığımla ilgilenmeleri değil, beni iyi insan olarak görüp görmemeleriydi önemli olan. Herkes beni iyi bilsin, kimse hakkımda kötü düşünmesin isterdim. Bu yüzden gerçek düşüncelerimi söyleyemediğim ne çok an oldu. Ve bu, ta kırklı yaşlarımın başına kadar sürdü. 

Kırk yaşım!
En önemli eşiğim. 
En büyük idrakleri yaşadığım yıl. 
Bir defter aldım, adını Kırk Yaş koydum. O yıl neyi idrak ettiysem yazdım tek tek. İlk sayfada annem var, onu anlamaya başladığımı, onu sevmeyi öğrendiğimi yazmışım. Bir kaç sayfa sonra yaşam sevincinin çok önemli olduğunu, sonraki sayfalarda empati duygusunun önemini anladığımı, kısa zamanda iyi bir yazar olamayacağımı, çünkü tembel olduğumu, aslında bencil bir kadın olduğumu ve bunu idrak edince ürperdiğimi, hayvanlara dokunmayı öğrendiğimi falan yazmışım. Sanırım bu yıl da bir elli yıl defteri yapmam gerekecek. Sonradan bunları okuması çok güzel oluyor. İyi geliyor insana.

Ve bir yılım var ki, kırkıma bir kala; müthiş denecek kadar güzeldi. Bir kaç yıl önce tanıştığım, dünyanın en güzel insanı, dünyanın en iyi dostu canım arkadaşım ve aile efradımızla felekten çaldığımız yıl, 2005. Ne çok gezdik, ne çok eğlendik, ne çok öğrendik. İyi ki çalmışız felekten o yılı. 

Çünkü,

Kırklı yıllarım çok sancılı geçti. Kırk yaşıma kadar yaşadığımın belki on belki yüz katını bir kaç yılda yaşadım. Yıllardır istediğim bazı şeyleri gerçekleştirmiş olmakla birlikte hayatımın en büyük hatalarını yaptım. Maddi manevi sıkıntılar, acılar, bazen uykusuz bazen kabus dolu geceler yaşadım. Hâlâ ödemekte olduğum bedellerle tanıştım. "Yıkılmak yok, yola devam" dedim. 
İyi ki işim var, çok zaman şikayet etsem, karakterime, ilgi alanlarıma uygun olmadığı hakkında söylensem de işim bana iyi geldi. Dört elle sarıldım, kendimi dinlemeye vaktim olmadı. 
İyi ki kardeşlerim, arkadaşlarım, her yaştan dostlarım var. Bana inanmaktan hiç vazgeçmedikleri, desteklerini esirgemedikleri için onlara minnettarım.

Her şey geçiyor, her sorun çözülüyor, en vazgeçilmez dediklerinden vazgeçilebiliyor. En büyük korkularla başa çıkılabiliyor. Yeter ki dimdik dur, yeter ki sağlıklı ol. 

Artık elli yaşımdayım. Yukarıda bir yerlerde "mutluydum" diye yazmıştım ya, şimdi mutsuz olduğum anlamı çıkıyor galiba oradan. Hayır, mutsuz değilim, üstelik hayatımda hiç olmadığım kadar mutluyum.
Hataların pişirip kavurduğu ruhum huzur içinde. 

Ne istediğimi ve ne istemediğimi çok iyi biliyorum. Düşüncelerimde, duygularımda çok daha özgürüm. Allah sağlık verdiği sürece hayatımı güzel şeylerle doldurmak en büyük hedefim. 

Bu elli yaşı sevdim ben. 




Yorumlar

  1. Hayatının mihenk taşlarını ne güzel anlatmışsın Nurten'im, mutlu olmana çok sevindim hep böyle ol, böyle mutlu kal canım arkadaşım. Bu arada o girdiğin iş yeri konusunda bence çok şanslıymışsın da...herkese nasip olmaz girdiği ilk iş yerinde 20 yıl çalışmak. Bu da bir şans. Fotoğrafa bakıyorum hala aynısın:)maşallah dedim sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  2. 50 yaşını sevdiysen benim gibi 60 ı da seveceksin :))
    Nice yaşlarımız olsun Nurtenim, sağlıklı huzurlu olsun yeterki :)
    Zaten yaşlar ne ki, yeter ki içimizdeki çocuğu kaybetmeyelim :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar