ANNE MEMLEKETİNDE BİR GÜN (ŞİLE-Saklıgöl)

Şimdi oturmuş, bu yazıyı yazarken bir tabak bol peynirli, zeytinyağı, karabiber ve kırmızı pul biberle tatlandırılmış köy eriştesi yiyorum. Yazının başına oturma saatim geç oluyor, bir de çocukluğumun yaz tatillerinin geçtiği yeri anlatmaya karar verince birden aşerdim ve kalktım masadan doğru mutfağa. Saat 23:58 erişte afiyetle yendi ve bitti, şimdi yazabilirim artık.



Siz de ana ya da baba memleketine gidince çok yiyenlerden misiniz? Ben çok yerim, çatlayana patlayana kadar. Kendimi alamam, her şeyden tatmak tek tutkum olur. Zaten havada bol oksijen, yemeyip de ne yapılacak. Bunun bir nedeni varmış, şimdi öğrendim; televizyonda koca koca profesör psikolog ve psikiyatrlar konuşuyordu, denk geldi. Çocukluktaki güven hissi imiş. İnsan köyüne gidince o güveni tekrar hissetmek için çok yermiş. "Annem babam üzülür yemezsem" düşüncesi de ayrı bir kenarda.
Epey bir yıl oldu hatırlamıyorum Şile yoluna düşmeyeli. Yollar da değişmiş, doğa da. Bildiğin, gidiş geliş üç şeritli otoyoldan gidiliyor şimdi. Tek şeritli, tehlikeli sollamaların yapıldığı külüstür otobüslerle yapılan seyahatler çoktan tarih olmuş. Yazları gidişin ve dönüşün yeni yola rağmen kalabalıktan dolayı ne kadar eziyetli olduğunu duyuyorum. Biz çok rahat gittik ve döndük bu kış gününde.
Neredeyse Ömerli'ye kadar bina dolmuş her yer. Biraz ağaç, biraz yeşillik göreceğim diye zorlamanız gerekiyor kendinizi. Kısıklı'dan çıkınca artık tamamen şehirden uzaklaşmış, köy havasını solumaya başlamış olurduk çocukluğumun Şile seyahatlerinde. Her yer ağaç her yer orman ve kırlık bayırlıktı. İnsanın içi sızlıyor değişimi izlerken.
Yönümüz belliydi, Saklıgöl denen, Şile merkeze 8 kilometre uzaklıktaki yapay bir baraj gölüne gidiyoruz. Cennet gibi bir yer olduğunu duymuştum, ilk kez gidiyorum ben. Saklıgöl'e sapmadan önce Şile plajına uğrayalım, bakalım kış günü nasıl oluyormuş dedik. İnanılır gibi değildi, gün boyu havanın güzel olacağı belliydi ama, bu kadarını beklemiyorduk doğrusu. Ancak bir kaç yetişkin ve bir kaç çocuğun olduğu plaj manzarası muhteşemdi. Tepemizde enikonu ısıtan bir güneş, dalgasız, dupduru bir deniz, ayaklarımızın altında altın sarısı ince kumlar. Bir de kumların üzerindeki kafeden yükselen Ankaralı bilmem ne havalarında bangır bangır kulaklarımıza ulaşan müzik. Aralık başında böyle bir manzara, hem de Şile'de gerçekten harikaydı. Müzik bile güzel geldi inanın.

Saklıgöl'e ilerlerken geçtiğimiz köy yolunda ben artık çocukluğuma demir atmıştım. Bacalardan çıkan, hafif is ve odunla harmanlı dumanın kokusu, köylülerin ekmek yapmak için kullandığı yarı taş yarı toprak fırınlar, zamanını şaşırmış bir horozun ötüşü, her evin kapısında kendini güneşe vermiş uyuklayan köpekler... Beni benden aldılar.

Saklıgöl'de arabadan indiğimizde açıkçası daha profesyonel (!) bir turizm işletmeciliği ve pek de temiz olmayan bir ortamla karşılaşacağımı sanıyordum. İner inmez gördüğüm manzaraya baktım önce uzun uzun. Sonra memnun oldum çok, fazla kalabalık olmadığına. Bir setin üzerine kurulmuş işletme, çıktık oraya. Çıkana kadar görünmeyen küçücük, gerçekten saklı kalmış bir göl karşıladı bizi. Kahvaltı ve yemek de verilen işletmenin devamı, gölün sağ tarafına doğru devam ediyor. Göl kenarındaki localarda masalar kişi sayısına göre kiralık. İster her şeyini dışarıdan getir burada sadece masa kirala, ister etini, mangalını buradan al masaya kira parası ödeme.
Göl kıyısındaki masaları geçip daha da ilerleyince, bu kez arazide piknik masaları var. Oraların da kiralık olup olmadığını sormadık. Bizim gözümüz ağaçta, yeşilde, toprakta ve ördeklerle kazlarda idi. Yerler silme sararmış yaprak dolu, yürürken ayakkabılarınızın altında öyle güzel hışırdıyor ki.
Ördeklerle kazlar dedim değil mi? O kadar çoklar ve o kadar gürültülüler ki. İstanbul'daki çocukluk evimizde kümes yapmıştı babam, tavuklarla horozun dışında ördek ve kazlar da vardı. O zaman öğrenmiştim kazlarla fazla muhabbete girmemek gerektiğini. Ördeklere yöneldim, ama onlar da pek yüz vermiyorlar insana. Suyun içinde şıpıdak şıpıdak kanat açıp dans ediyorlar adeta. Bu muhteşem görüntü ile epey oyalanırken boynuzlu kazlara ilişti gözümüz. Yanlış mı görüyoruz derken teknoloji imdada yetişti, sağolsun Google bize bunların Çin Kazı olduğunu bildirdi. Kısa günün kârı, yeni bir şey öğrendik. Çin kazları yemden tasarruf sağladığı, zararlı otları yiyip esas bitkiyi koruduğu ve hastalıklara karşı çok dayanıklı olduğu için tercih ediliyormuş.


Onları yerlerinde bırakıp dönüşe geçtik. Yolumuzun üzerinde kokinalara rastladık; şu bildiğimiz, yılbaşlarına yakın çiçekçi tezgahlarında yerini alan yuvarlak kırmızı çiçekli, yapraklı diken gibi batan çiçekler. Toplayabildiğimiz kadarı ablama doğum günü hediyesi olarak gitti. Organik kokinadan güzel şey var mı? Hem bol emek var, koparması hiç de kolay değil.

İşletmenin kıyıdaki masalarından birine oturup çay keyfi yapmanın zamanı gelmişti. Semaverimizdeki çayı içip dönüşe geçecekken kümes gördüm çıkışta. Üzerinde kocaman, köy yumurtası, köy tavuğu ve damızlık horoz yazıyordu. Horoz zaten damızlık değil mi? Ben pek anlamadım ya neyse. Kümesin bir tarafında tavuk ve horozlar diğer tarafında hindiler konuşlanmış. Yavru hindiler çok güzeldi. Ortada, kapının yanıbaşında da bir köpek serilmiş yatıyordu tembel tembel. Yazık, çok üzüldüm, doğal ortam bu mu şimdi? Gezen tavuk mu bunlar? Kapatılmışlar ufacık bir kümese, organik diye yutturuluyorlar millete. Ördek ve kazlar kadar şanslı değiller.

Her güzelliğin bir sonu var elbette, bu güzel gün de Ömerli civarında Öznur'un Yeri'nde gözleme ve mıhlama yiyerek son buldu.
İşte, yazının başında aşerip yediğim erişte de oradan çıktı. Öznur'un Yeri'nde paketlenmiş satılmaya hazır erişteleri görünce köyde yediğim ve tadını asla bir daha bulamadığım erişteleri hatırladım. Belki sade suya tirit yapılan bir yemekti köy evindeki, ama işte, duymayı istediğim o güven hissiydi demek ki, gecenin bir yarısında beni mutfağa sokan.

Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar