PERŞEMBENİN HANIMLARI

                                   
Hayatımın en keyifli akşamlarından birini yaşadım bugün.
Hiç abartmıyorum, eksiği var fazlası yoktur.
Şehir tiyatrolarının Üsküdar Kerem Yılmazer sahnesinde iki arkadaşımla birlikte Perşembenin Hanımları oyununu izledik.
Son sahnedeki hüzne rağmen müthiş keyifli bir oyundu.
Daha perde açılmadan verilen müzikle kendimden geçtim zaten. Oyunun yazarı bir Fransız, Loleh Bellon. Haliyle müzik Fransızca'ydı ve ben Fransız müziğini çok severim.
Yönetmen Engin Gürmen bence harikalar yaratmış. Oyuncu seçiminden sahne dekoruna kadar her şey mükemmeldi.
Ayşe Kökçü, Oya Palay, Vildan Gürelman, Enes Mazak ve Cem Uras oyunculuklarını konuşturdular adeta.
Geriye dönüşler ustaca bir ışık sistemiyle son derece güzel ve sıkıcı olmayan biçimde yansıltıldı bize.

Oyun 1976 yılında yazılmış ve aynı yıl çağdaş tiyatronun kurucularından Henrik Ibsen adına verilen ödülü kazanmış.
Yazılışının üzerinden geçen otuz yedi yılda dünya bilgisayar, internet, cep telefonu vs. gibi teknolojik yeniliklerle tanıştığı, dünya ve rejimler değiştiği halde insani duygular aynı kaldığı için güncelliğini yitirmemiş.
Ama bu oyunun Türkçe yazılmış, Türk kadınına uyarlanmış bir versiyonu da gayet iyi olabilirdi, biz böyle düşündük.

Konusunu ve ana karakterleri anlatmaya başlayabilirim sanırım artık.
Çocuklukları birlikte geçen üç kadın artık altmış yaşlarını sürmektedirler. Her perşembe çay saatinde buluşup üç dört saat geride kalan geçmişte kendilerini arayıp bugünün yalnızlığını unutmaya çalışmaktadırlar.
Sonia, Marie ve Helene...

Sonia (Ayşe Kökçü), iki kez evlenip boşanmış, hafif toplu, neşeli, canlı, kıpır kıpır, derdi tasası aşk, sevgi olan bir kadın. Bir tane oğlu var, en büyük zaafı ona. Otuz beş yaşına geldiği halde hâlâ bir iş güç sahibi olmamış, aklı fikri otomobillerde olan ve annesinin kalan paralarını yiyip bitiren Victor.
Sonia, küçükken oğluyla yeterince ilgilenemediği, onun yanında olamadığı için vicdan azabıyla oğlu ne isterse vererek vicdanını rahatlatmaya çalışmış. Victor da bunu bildiği için sonuna kadar kullanıyor annesini.
Cinselliğini hep ön planda tutan, aşkı çok önemseyen, başka şeye pek kafasını takmayan bir kadın Sonia.
Pek çok gönül macerası yaşamış, ama aslında aradığı tek sevgi tek aşk.
Oyunun son sahnesinde söylediği bir cümle var: "Artık sevişememek..."
Bu, onun için o kadar önemli ki adeta hayatın anlamı. Ama altmışlı yaşlarına geldiğinde artık hazmetmiş bir ruh hali içinde. Bir cümlesi daha var: "Gözyaşı dediğin nedir ki, sadece akıp giden su." İlk kocasından boşanırken çağlayan gibi döktüğü gözyaşlarını artık bu gözle hatırlıyor.
Umarım ben de yaşamım boyunca döktüğüm gözyaşlarım için böyle düşünürüm ileride. Umarım ben de o yaşta hâlâ kıpır kıpır ve neşeli olmayı beceririm.
Sonia'nın kıpır kıpır, hop oturup hop kalkan halini seyrederken kendimi gördüm sahnede. Bazen benim bu hal hareketlerimden başının döndüğünü söyleyenler oluyor. Seyrederken benim de başım döndü ve o zaman anladım nasıl oluyormuş bu baş dönmesi.
Sadece bu değil tabi, Sonia'nın bir çok hali, duygu ve düşünüşü bana benziyordu. Bir ara arkadaşım, "Nurten, bu kadın tıpkı sen, oysa ben senden bir tane var sanıyordum" deyince çok güldüm.
Sonia, "Kızlar, hava karardı benim içki saatim geldi, kendime içki koymaya gidiyorum" deyince daha çok güldüm. 

Marie (Vildan Gürelman), çocukluk arkadaşı Helene'nin abisiyle büyük bir aşkla evlenir, iki kızları olur. Tek sıkıntısı kocasının kız kardeşinin kıskançlık ve kaprislerine katlanmaktan ibaret. Fakat kocasını kanser denen illetten kaybedince, kızları da yuvadan uçunca yalnızlıkla başbaşa kalıyor.
Son sahnede onun da söyledikleri var elbet, yürek yakıcı. Geceleri mümkün olduğu kadar geç yatmak, kitap okuyarak uykuyu geciktirmek hatta en kalın kitabı seçmek. uyuyamıyor çünkü. Yatağın hep sağ tarafında yatıp kocasının yastığını sadece okurken ödünç alıyor. Sanki o hâlâ yanındaymış gibi.
Fakat o kadar sevgiyle bağlandığı, ölümünün üzerinden yıllar geçtiği halde ona sadık kaldığı kocasının yaşarken Sonia'ya birliktelik teklif ettiğini de öğreniyoruz bir sahnede. Erkek işte deyip geçelim bari. Yoksa söylenecek sözler buraya sığmayacak.

Helene (Oya Palay), hiç evlenmemiş, çocuk doğurmayı reddetmiş yalnız bir kadın. Marie'nin kocasının kız kardeşi. Sürekli gergin, katı kurallara sahip, daima diğerlerini küçümseyen bir bakış sergiliyor. Diğer iki kadın ona, "Yaşamadın, nereden bileceksin anneliği, kadınlığı?" dediğinde öğreniyoruz ki Helene, küçükken bir taciz yaşamış. Kendine güveni kaybolmuş. Bu yüzden abisini abartılı bir sevgiyle seviyor, neredeyse aşk gibi ve bu yüzden onun Marie ile evlenmesini istemiyor. Sanki abisi hayatından gitse güven duvarı yıkılacak ve korumasız kalacak. İstediği tek şey var, anne babası, abisi ile sonsuza dek birlikte yaşamak, başkası araya girmeden. Yıllar geçtikten sonra bile aile mezarlığında kalan tek kişilik yere Marie'nin değil kendisinin gömülmesi için yapmadığı kalmıyor. Yaşarken olduramadığı birlikteliği mezarda başarmayı istiyor. Hep aradığı huzuru belki o zaman bulacağını düşünüyor.
Son sahnede onun da sözleri yürek yakıcıydı. Geceleri yalnız evinde tüm kapıları sıkı sıkı kilitlemek, uykusundan sık sık uyanıp paranoyak bir şekilde korkuyla bir saldırganı beklemek. Çocukluğundaki tacizin beynine kazınan ve hiç çıkmayan travması ile yaşamak zorunda kalmak...

Üç kadının da aradığı tek şeyin sevgi olduğunu görüyoruz. Sevgi ve ilgi.
Oyunun tanıtım kitapçığında aynen şöyle yazıyor:

'Onlar Perşembenin Hanımları,
Her kadın gibi biraz yalnız,
Her kadın gibi biraz çocuk,
Her kadın gibi biraz yarım...
Kalabalıklaşmasalar, büyümeseler, tamamlanmasalarda,
Onları birbirinden hiç ayırmayan güçlü sevgileri, dostlukları,
Şimdi her Perşembe içilen bir fincan çayın ilk yudumunda...'


Yorumlar

  1. Hakikaten güzelmiş, ayrıca çok güzel özetlemişsin Nurten'im noktası,virgülüne kadar ilgiyle okudum, Maria çok sevdiği kocasının çapkınlığı ortaya çıkınca ne yaptı çok merak ettim:)))hani şöyle saç şaça baş başa girmediler mi?:)))ama sanırım olmamıştır...Helene'ye üzüldüm ençok:(taciz kurbanları evlenemezler, unutumazlar...:((dünyanın her yerinde sanırım böyle:(
    şişman kadın oyuncu bana yabancı gelmedi eskiden Bizimkiler'de oynayan mı ama resim ufak tam seçemedim..
    sevgilerimle canım kocaman öptük iyi pazarlar diliyoruz:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Marie, çok sevdiği kocasının ihanetini hiç öğrenmedi Müjde'cim. Onu Sonia'nın iç sesinden öğrendik biz. Yoksa ölümünden sonra bile o kadar bağlı kalabilir miydi kocasına, değil mi?
      Ben de en çok Helene'ye üzüldüm. Yıllarca o travmala yaşamak korkunç bir şey olmalı.
      Şişman kadında tahminin doğru, Bizimkiler dizisindeki oyuncu Ayşe Kökçü. O zaman soyadı Sarıkaya idi.
      İyi pazarlar canım, ben de öpüyorum sizi.

      Sil
  2. Yazılarınızı takip ediyorum. Lakin bu ara ne yazmaya ne de yorum yapmaya elim gitmedi.
    "Söyle" şiirini tekrardan yayınlamanızı rica etsem...
    Kırmazsınız diye düşünüyorum.
    O güzel şiire tekrar bloğda yer verin.
    İyi akşamlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Hocam sağolun, varolun. Biliyorum ben sizin tarafınızdan okunduğumu. İnsanın bazen eli gitmiyor hiç bir şeye. Ben de bazen öyle, sadece okumakla yetinip geçebiliyorum.
      SÖYLE şiirini yayınladım tekrar. Beğenmenize çok memnun oldum. Ben sizi hiç kırar mıyım?
      Saygılarımla.

      Sil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar