İSTANBUL'UN GİZLİ GÜZELLİKLERİ


Bir pazar günü Taksim'e gitmeden önce geçiş yaptık Karaköy'e.
Öylesine bir geçiş değildi, Karaköy'ün apartman kiliselerinden Aya Andreas'ı gezecektik.
Yolumuzun üstündedir diye düşündüğümüz Yeraltı Camii'ni elimizle koymuş gibi bulduk. Adını hep duyup da bir türlü gidemediğim yerlerdendi. Ve hep merak ederdim yeraltında nasıl cami olur, neden olur?



Kapıdan bir kaç basamakla aşağı inip girdik içeri. şaşırtıcı bir şekilde büyük, çok ve kalın sütunlu, basık bir yerle karşılaştık. Giysilerimiz bir ibadet yerini gezmek için hiç müsait olmadığından örtü-etek dolabı gibi diğer camilerde olan bir yer aradık, yoktu. Yürümeye devam ettik, bir uyaran olursa çıkarız diyerek. İçeride ibadet edenler vardı, imam sandığımız biri de, fakat bizi kimse uyarmadı, Biz de geniş geniş dolaştık camiyi.

Burası aslında bir Bizans yapısıymış. İstanbul'un fethinde Bizans'ın, gemi girişini önlemek için Haliç'in ağzını kapattığı zincirlerin bir ucu Sirkeci2ye bağlanırken bir ucuda da Galata'da bulunan Kastelyon Kulesi'ne bağlanıyormuş. İşte burası bu kulenin mahzeni (bodrumu) olarak yapılmış.
1750'li yıllarda Osmanlı, artık sağlamlığından endişe ettiği kuleyi yıktırmış, 54 sütundan oluşan mahzeni ise bırakmış, ama cami yapmış. Mahzen yeraltında olduğu için adına Yeraltı Camii denmiş.
İçinde türbeler var. Bunlardan biri sahabe Süfyan Bin Uyeyne. Kabrinin etrafı Aşık olduğu Peygamberin eşyalarının fotoğraflarıyla çevrili.
Dümdüz giderken bir de baktık bir çıkış kapısı, meğer iki kapısı varmış caminin ve burası asıl giriş kapısıymış. Geçit gibi sanki. Gerçekten ilginç, ama basık olmasına karşın insanın içine ferahlık veren de bir yanı var.

Gezimizin asıl hedefi olan Aya Andreas kilisesini aramaya koyulduk. Ablam daha önce gitmişti ama, birbirine benzeyen ara sokaklarda biraz dolaşmak zorunda kaldık.
Bir apartman kilise Aya Andreas. Karaköy'de bunlardan beş tane varmış. Kiliselerin bulunduğu binalar Çarlık döneminde Kudüs'e hacca giden Rusların konaklamaları için 19. yüzyılda yapılmış. Han şeklinde küçük odacıklardan oluşan binaların en üst katları da kilise olarak düzenlenmiş. Şimdi kilise deniyor ama, aslında Şapel bunlar. Bizim Mescit denilen küçük ibadet yerlerine denk.
Binanın önüne geldiğinizde gördüğünüz şey sadece han yahut pasaj girişi. Kiliseyi (Şapel'i) dışarıdan görmek için biraz geriye gidip kafamızı yukarıya kaldırmanız gerekiyor. Çünkü oldukça yüksek bir yapı ve kilisenin kubbesi çatıda.
Binanın merdivenlerini çıkarken yaşadığım şaşkınlığı tarif edemiyorum. Her katta otel koridorlarına benzeyen koridorlarda tek ve küçük küçük bir çok oda var. Bazılarının kapısı açık, odanın içerisi olduğu gibi gözümüzün önünde. Sefalet! Gözümüzün önündeki asıl görüntü tam anlamıyla bu.
Bir kadın, kapısı açık başka bir odaya gitti, yemek pişirdiğini görünce oranın mutfak olduğunu anladık.

Her katta aynı görüntülerle karşılaşarak sonunda en üst kata çıktık. Bir anda bambaşka bir dünyada bulduk kendimizi. Duvardaki, tesettür etmemizle ilgili uyarıyı okuyup tesettür giysilerinin bulunduğu yerden örtülerimizi aldık, sarındık. Küçük, ancak çok renkli ve dopdoluydu kilise. Az sayıdaki sıralardan birine oturduğumuzda genç bir görevli, bir dolu küçük pet şişe suyu dolaba yerleştirmekle meşguldü. Bu suların ne işe yaradığını sorduk, aziz suyuymuş, okunmuşlar. Satıyor musunuz dedik, ücretsizmiş, biz de istedik. Hangi dindeki dualarla okunmuş olması önemli değildi, hava zaten müthiş sıcak, içeriz dedik. Musluk suyu olduğunu fark ettiğimde içemeyeceğimi anlayıp bir çiçek saksısının dibine döktüm. 

Ziyaretimiz bitince daha detaylı dolaştık katları. Ana koridorları dikey kesen kısa koridorlar vardı, merak edip girdik. O kadar tehlikeli ki, demir ızgaraların üzerine serili halıların üstünde yürüyorsunuz ve aydınlık gibi bir yere açılan minik avlularda bir kaç yoksul oda daha çıkıyor karşınıza. Kapıların dışında piknik tüpleri ve üzerlerinde tencereler. Burada insanı kesseler kimsenin haberi olmaz dedi ablam, hak verdim. Sonunda indik giriş kapısına.
Keşke bina görevlileriyle konuşsaydık dedim eve gelip internette bu kiliseler ile ilgili araştırmamı tamamlayınca. Daha doğrusu tamamlayamayınca; apartmanda şimdilerde yaşayan insanlarla ilgili hiç bir bilgiye ulaşamadım çünkü. O kadar merak ediyorum ki; kimdir bunlar? Ne iş yaparlar? Yapacak işleri var mı ayrıca? Binanın önü arkası, sağı solu ultra lüks cafe ve dükkanlarla çevrili iken nasıl oluyor da bu sefalet yaşanıyor? İnanın şaşkınlığımı anlatacak cümle kurmakta zorlanıyorum.

Bu nedenle, ilk Karaköy uğramasında bina görevlileriyle konuşmak şart oluyor. Öğrenebilirsem bunu sizlerle paylaşmak da elbette.





Yorumlar

  1. Medeniyetin beşiği deniyor ya İstanbul'a. Nelere ev sahipliği yapmış, ne güzel yapmışsın Nurtenciğim hem gezdin bizi de düşüncelerimizde gezdirdin. Yeraltı camisi benim de ilgimi çekti. Kilisenin durumu da öyle... Ellerine ayaklarına düşüncene sağlık canım. Keşke ben de orada olsaydım dedim. Benim de hoşuma gider tarihi kültürel yerleri gezmek.. Sevgiler canım.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aslında ben de senin burnunun dibindeki Hatay'ı görmek istiyorum mesela:) Orası da medeniyetlerin beşiği olarak anılıyor. Geçen yıl Hatay Medeniyetler Korosu konserine gitmiştim İstanbul'da. Çok beğenmiştim.
      Teşekkürler canım.

      Sil
  2. Haklısın Nurtenciğim, ben gidip gördüğüm yerleri kaleme alma konusunda seninki kadar başarılı değilim. Bir de her istediğim zaman çıkıp dolaşamıyorum. Bu konuda biraz tembelim diyeyim. Elbette de hiç bir yere gitmesem bile Mersin ve çevresi tarih ve kültür ve medeniyetin beşiği durumunda. Gerçi şu cennet vatanımızın her karesinde farklı bir medeniyet farklı bir kültürel yerlere rastlamak mümkün. Egesi, akdenizi, karadenizi... Gündemimize almak zorundayız.:))

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar