HALKİDİKİ'DE İKİ BAYRAM

Efendim ayıptır söylemesi, ilk kez yurt dışına çıktı bu satırların yazarı bayramda.
İlk seferin heyecanı vardı tabi. Yanına bir de kara yoluyla gidiyor olmanın heyecanı eklendi. Ülkenin sınırlarından çıkıp tanımadığın bir coğrafyayı seyrederek yolculuk yapmak harika.



Halkidiki İstanbul arası 673 kilometre. Yaklaşık sekiz saate yakın sürüyor. Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala yolu ile gidiliyor. Gidişimiz gece olduğu için sabah saatlerinde Kavala'da kahvaltı ederken çevreyi görmeye başladık. Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı günüydü. Sınırda çok beklemediğimiz için tur rehberimizin A planı devreye girebildi ve direksiyon Selanik'e çevrildi. İlk durağımız saat 10:00 da açılacak olan Atatürk'ün doğduğu müze evdi. Otobüste ellerimizde bayraklar İzmir Marşı eşliğinde Selanik sokaklarında ilerleyerek müthiş bir coşku ile Atatürk'ümüzün doğduğu eve geldik. Bahçede bizi, üzerinde meyvesi dolu büyük bir nar ağacı karşıladı. Bu ağacı Atatürk'ün babası Ali Rıza bey kendi elleriyle dikmiş. Zaten gezdiğimiz her yerde karşımıza bol bol nar ağacı çıktı. Müze evde hiç bir eşya yok, daha önceden varmış, kaldırmışlar. Giriş katındaki mutfakta genç Mustafa Kemal'in, üzerinde narlar dolu bir tabak olan masada oturan balmumu heykeli vardı. Karşı odada ise Zübeyde hanımın yine balmumundan heykeli karşıladı bizi. Duvarlardaki, evin tarihçesi ve Atatürk'le ilgili yazıları okuduktan sonra üst kata çıktık. Atatürk'e ait bazı özel eşyaların sergilendiği salon ve odaların ardından Atatürk'ün meşhur, kollarını açarak koltuğun iki yanına yasladığı, oturan heykelinin bulunduğu odaya geldik. Nasıl da canlı gibiydi, sanki konuşsanız cevap verecek.

 Bu yılki 30 Ağustos Zafer Bayramını Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evde kutlamak çok özeldi hepimiz için.
Evin karşı sırasında hediyelik eşya satan dükkanlara girip çıktık sonra. İzmir'den gelip Selanik'e yerleşmiş bir kadının dükkanından yaptım alışverişimi. İngilizce konuşacağım diye kendimi paralamadan rahatça anlaştık, sohbet ettik.
Sırada Selanik sırtlarında Türklerin yoğun olduğu Eski Şehir (Ano Poli) vardı. Yokuş yukarı, sokak aralarından geçerek ve eski Türk evlerini de göstererek Yedikule Kalesi'nin önünde park etti otobüsümüz. Osmanlı döneminde Zincirli Kule denirmiş buraya, Yunanlılar Yedikule olarak değiştirmişler. Osmanlı'nın ilk döneminde 1431 yılında Çavuş Bey tarafından Bizans surlarının içine yaptırılmış. Osmanlıca giriş kitabesi ve tuğrası günümüze kadar ulaşmış. 1980-1989 arasında hapishane olarak kullanılmış. Şimdi bir açık hava müzesi. Selanik şehri kuşbakışı muhteşem görünüyor buradan.
Selanik, Hasan Tahsin Paşa'nın tek kurşun atmadan şehri Yunanlılara teslim etmesi sonucu Balkan Savaşı sırasında elimizden çıkmış. Yunanlılar onu Milli kahraman olarak ilan etmişler ve oğlu da sonradan Yunan vatandaşı olmuş. Atatürk hayıflanırmış, "Keşke Selanik bizde kalsaydı."dermiş. Çünkü Osmanlı'nın İstanbul'dan sonra ikinci büyük şehri ve batıya dönük yüzüymüş Selanik.
Şehir merkezinde bir saatlik bir serbest zaman verilince gün doğdu bize. Neredeyse Selanik'in bütün sokaklarını dolaştık, dükkanlara girip çıktık. İzmir Kordon boyunun tıpkısı sahilinde uzun uzun yürüdük. Burada şehrin simgesi olan, tam merkezde, denizin ucunda, adı Beyaz Kule olan bir gözetleme kulesi var. Osmanlı döneminde Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış. Osmanlılar tarafından kale, garnizon ve hapishane olarak kullanılmış. 1912'de Balkan Savaşlarının sonucu olarak Yunanlılara geçince sembolik bir vaftiz uygulaması olarak beyaza boyanmış. İsmi buradan geliyor, ancak zamanla beyazdan eser kalmamış ve eski rengine dönmüş.

Bu şehirde benim ilgimi en çok binalar çekti. Küçük büyük tüm binalarda balkon vardı. Her yerdeki eski tip balkonlu evleri çok sevdim. Zaten Yunanlılar keyiflerine çok düşkün ya, balkon keyfi olmadan bir ev düşünemiyorlar herhalde. Valla ben bayıldım. Gitgide iyice balkonsuzlaşan yeni İstanbul'dan hiç hazzetmiyorum. Hem öyle büyük büyük binalar hiç yok. En fazla on katlı, genellikle üç dört katlı. Gökdelen görmediğim bir büyük şehirde çok mutlu oldum açıkçası.
Artık vakit öğleyi geçmiş ve Halkidiki'ye hareket etmenin zamanı gelmişti. Bir saatlik yolculuktan sonra Halkidiki'ye, otelimize vardık.

Halkidiki, Yunanistan'ın kuzeyinde, üç parmaklı bir ele benzeyen yarımada. Biz en batıdaki parmak olan Kassandra'da kaldık. Ortada Sitonya ve en sağda Atos parmakları var. Bu üçüncü parmak manastırlar bölgesi ve sadece erkek rahipler  yaşıyor. Dişi sineğin bile girmesi yasak. Onlar sadece uzaktan teknelerle geçerken görebilirler isterlerse. Rahipler dışındaki erkekler de özel izne tabi. Mesela İstanbul'daki patrik Bartelameus derse ki "Bu kişi girebilir." onun izin kağıdıyla erkek kişi bu bölgeye girebiliyor. Rehberimiz buradaki hayatı dini survivor olarak tanımladı. İlginç.
Halkidiki'nin denizi için Yunanistan'ın Maldivleri diyorlar, gitmedik ama fotoğraflarını gördük elbet. Gerçekten söylendiği gibi muhteşem berrak ve ince kumlu bir deniz.
Otele yerleşip biraz nefes aldıktan sonra Afitos Kasabası'na gezi başladı. Otobüsle beş on dakika sürmedi, çok yakındı. Rehberimiz burasının Alaçatı'nın bozulmamış hali olduğunu söylemişti. Aman Allah'ım nasıl güzel bir yer anlatmak zor. Tepeye kurulmuş, tablo gibi bir kasaba. Oteller bile kasabanın eski Yunan mimarisi evlerine benzer şekilde yapılmış. Bir sürü garsonla sohbet etme imkanı oldu. Hemen hepsi Türkçe biliyor ve kimi Pontus dediği Trabzon'dan, kimi Bursa Mudanya'dan göç etmiş. Oldukça güleryüzlü ve şakacılar. Zaten Halkidiki bölgesinde isminin başına Yeni (Nea) ibaresi konmuş Türk adlı kasabalar var. Nea Mudanya, Nea Marmaras gibi. Mübadelede göç eden Anadolu Rumlarının vatan özlemlerini yansıtıyor.
Bir kültür turu değildi bizimki, Kurban Bayramı vesilesi ile deniz tatiline gelmiştik. Sonraki dört gün boyunca gündüzleri deniz ve güneşle geçti. Akşamları değişik bölgelerde yemekler yedik. Sirtaki yapılan bir taverna gecemiz de oldu. Bizim şarkılarımızın da çalınıp söylendiği harika bir geceydi.
Dönüş günü öğlen on ikide çıktık yola. Kavala'ya uğranılıp meşhur bademli Kavala Kurabiyesi alınacak. Osmanlı'nın Mısır Valisi ve Osmanlı'ya başarılı bir isyan gerçekleştiren Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın doğduğu yer burası. Şehrin girişinde ve çıkışında, kuzeyinden güneyine kan damlayan Kıbrıs haritalı irkilten bir tabela karşılıyor bizi. "Remember Cyprus." yazıyor üzerinde. "Türkler Kıbrıs'ı işgal ettiler." diye Almanca bir alt  yazı var devamında. Diğer bölgelerden daha milliyetçi bu şehirde eskiden daha fazla yerde varmış benzer harita ve yazılar. Türkler buraya yoğun olarak gelmeye başlayınca yerel yönetim iyi niyet göstergesi olarak bir çok yerde kaldırtmış bunları.
Evlerinin önünden denize giren insanlarla dolu sahiller. Deniz o kadar temiz ki, Boğaz ve Marmara Denizi'nin eski halini hatırlayıp içi acıyor insanın.

Kendimi pek yabancı gibi hissetmedim Yunanistan'da, oldukça fazla Türkçe bilen Yunanlı vardı. Tüm çalışanlar işini titizlikle yapıyorlar, temiz ve düzenliler, güler yüzlüler. Turizm bu yıl patlama yapmış, canla başla çalışıyorlar krizi atlatmak için. Darısı ülkemiz turizminin başına inşallah.
Hayal etmediğim yeşil bir doğa buldum. Nüfusu on bir milyona yakın bir ülkede, turizm beldelerinde bile betonlaşma yok. Yeşillikler içinde, birbirine aralıklı en fazla iki katlı, verandalı evlerle dolu yol boyu. Bu da içimi acıtan başka bir boyut.
Bir çok insanla tanıştım, iki de yeni arkadaşım oldu. Kurtuluş'ta oturan Ermeni uyruklu Zaruhi hanım ve Mercan'da, babasından sonra konfeksiyon atölyesini işleten kızı Silva.

Yunanistan'da geçirdiğim beş günün izlenimleri bu kadar değil elbette, ancak dikkatimi ve ilgimi en çok çekenleri, size de ilginç gelecek olanları anlatmaya çalıştım.

Yorumlar

Popüler Yayınlar