KORKU (Öykü)


Çocukluğumun o en mutlu evindeyim. Ne kadar kalabalığız. Neredeyse sülalenin tümü bizim evimizde. Akşam vakti gibi, hava alacakaranlık. Bahçeye bakan alt kattaki odanın açık penceresinden dışarıya bakıyorum. Toprağın üzerinde kımıldamalar var, birden alev alıyor o kımıldayan şeyler. 

Yanımda arkası dönük ablamı dürtüp soruyorum. “Kaplumbağa o” diyor. Aman Allah’ım, bu sözü duyup başımı tekrar toprağa çevirdiğimde yanan şeyin döndüğünü ve onun gerçekten arka bacaklarından tutuşup yanmakta olan bir kaplumbağa olduğunu görüyorum. Sonra bir solucan, arkasından böcekler, kuşlar yanıyor. Ablam için sanki çok doğal dönüp bakmıyor, oralı bile olmuyor. Sülalemin cümlesinin de umurunda değil. Hayretler içerisindeyim; neden, nasıl diye düşünüp dururken birden bir taş kovuk açılıyor önümde. Kapkara kovuğun içinde yavaş yavaş bir şey başını çıkarıyor. Bu bir yılan başı, iyice yerleşiyor kovuğa ve bakışıyoruz iri siyah yılanla. Birden hareketlenip üstüme atlamaya çalışırken bağırıyorum çığlık çığlığa. Biraz önce etrafımı çeviren kalabalık yok olmuş, tek başıma kalmışım. Yan taraftaki banyodan babamın tamirat sesleri geliyor. Çok şükür babam burada. “Babaaaa, babaaaa yılan var, çok korkuyorum.” Sesim çıkmıyor, ağzım oynuyor. Koşup gittim, banyo kapısının önünde durdum. “Korkma kızım bir şey yapmaz yılan.” Sözünü duyup tam rahatlayacakken bu kez beyaz mermer bir kovuk açıldı önümde. Kocaman, ama çok kocaman, yeşil sarı renklerde bir yılan da oradan başını gösterdi. Tam artık bittim ben, babam da umursamıyor derken, nefes nefese…
Uyandım.
Kalbim yerinden fırlayacak gibi, yapayalnızım, hava henüz aydınlanmamış. Sabah ezanı okunmaya başlayınca doğruldum yerimde. Bu saatte varsa da gitmiştir cinler, periler ama, başladım ne kadar bildiğim dua varsa okumaya. Okuyunca cinlerin kaçtığını daha okula gitmezken öğrenmiştim.
Kötü bir şey oldu, muhakkak kötü bir şey oldu ya da olacak. Allah’ım şimdi olmasın ne olur.
Başımın zonkladığını fark ettim. Ensemden yukarıya doğru çıkan müthiş bir ağrı. İçtim mi ben dün akşam? Tabi ya, yirmi yedi yıl sonra aynı naneyi yedim. Bir büyük şişe şarapla yarenlik edersen sabahı kâbusa bağlarsın elbet. Bir büyük şişe! Nasıl ya? İki kadehten fazlasına artık izin vermeyen bünye nasıl kabul etti bunu? Hiç mi başım dönmedi, hiç mi gözüm kararmadı, daha önemlisi hiç mi burnum hissizleşmedi? Şu bünyenin yaptığı ihanete bak sen. Son kadehte, evet hatırladım, son kadehte tuvalete gitmek için kalkmıştım da kapıyı zor bulmuştum. Oooof, midem de bulandı ya; tuvaletten kalkamadan yanıbaşımdaki lavaboda gördüm özenerek yaptığım yoğurtlu havuç kavurmasını. Kendimi yatağa atar atmaz da gözümü kapatınca yerin sanki kaydığını, gökyüzünde fırfır döndüğümü de hatırlıyorum. En sevmediğim durum; kendimi kontrol edememek deli ediyor beni. Bunun için kahve içiyorum işte içkinin peşinden hep. Hoş, bir şişenin üstüne kahve ne yapacaktı ki? Fincan fincan yapsan belki. Ayrıca yapacak hal mi kalmıştı? Tuvaleti zor bulan ayaklarım mutfağın kapısını bulsa kahve kavanozunu açamayacak, açsa yerlere saçacak. Hadi saçmadı, cezveyi de buldu doldurdu, ocağı da yakabildi, kahveyi pişirdi diyelim, dökmeden içebilecek mi?
Neden böyle oldum? Ne bok vardı bu kadar yıl sonra aynı naneyi yiyecek? Hadi o zaman gençtim, yanımda da dünya yakışıklısı bir adam vardı. Günlerce direnip durduğum adama bir şişe şarapla teslim olmuştum. Ne güzel bir teslimiyetti, hiç pişman olmadım. Pişmanlığım, terkedildikten sonra bütün fotoğrafları yırtıp atmamdır.
Bir böyle zamanlarda bir de hasta olduğumda sevmiyorum yalnızlığı. İnsan yanında bir ses arıyor, tutacak bir el, yaslanacak bir omuz. İsterse hiç susmadan konuşsun yeter ki yanında olsun.
Bencillik mi bu? Belki. Ama hangimiz bencil değiliz ki?
Kaç kez döndü o kahrolası albüm müzik setinde dün akşam? “Her gece kederdeyim, durmadan içiyorum” diye diye şişenin dibini gördürttü bana. Ne mektupmuş abi? Bitmedi gitti. Ne dertliymiş adam.
Onun kadar değilim, en azından artık değilim. Bir zamanlar uğruna günlerce gecelerce salak gibi ağladığım adamlara gülüyorum şimdi.
Sanki dert çekmeye gelmiş gibiydim dünyaya. Mutluluktan değil dertten besleniyordum. İlk beş yılımı çıkar, tamı tamına kırk beş yıl ağladım ben yahu. Her şeye ama her şeye. Kızkardeşimi kıskanırım ağlarım, sınıfın birincisini kıskanır ağlarım, dışarı çıkmak için annemden izin alamam ağlarım, derdimi anlatamam ağlarım, üzerim ağlarım, üzülürüm ağlarım, aldatırım ağlarım, aldatılırım gene ağlarım, ağlarım da ağlarım.
Ağlardım!
Akacak yaş bitmiş gözümde, kanayacak yürek kalmamış. Yürek yerinde bir taş var artık.
Sadece çocuklara ve hayvanlara duyarlı, ne yazık ki umarsız taştan bir yürek…
Olmayı hiç istemediğim, yıllarca kınayıp kaçtığım bir insan türüyüm artık.
Kader!
Deyince kızardı bir arkadaşım, şimdi o da yok ya artık rahatça söyleyebilirim. Şöyle büyük büyük harflerle,
KADEEEEEERRRRRR!
Oh be, dünya varmış.
İnanıyorum işte kadere kardeşim; bazen ne yapsan tam tersi oluyor, doğru olduğunu düşündüğün yola çıkıyorsun tüm samimiyetinle, bir bakmışsın bok çukurundasın. İşte o bok çukurlarından çıkacağım diye debelenirken yıllarca ve sonra yeni bir bok çukuruna saplanıp yeniden debelenirken ne yürek kalıyor ne gözyaşı. Ne aşk kalıyor ne sevgi.
Demek böyle yaşanacak kalan ömrüm. Yapacak bir şey var mı? Yok.
Hâlâ şaşırabiliyorsak, çocukluğumuzu ve safiyetimizi kaybetmemişiz demek oluyormuş. Öyle diyorlar, yalan söylüyorlar. Hâlâ o kadar çok şeye şaşırıyorum ki, ama ben artık o çocuk, o saf kız değilim. Kendimi kandırmanın âlemi yok.
Bu Allah’ın cezası rüyayı da Allah kahretsin, kahrı belaya uğrasın, birbirini boğazlasın o yılanlar, yana yana yok olsun bütün haşeratlar.
Eski benden bana kalan tek duygum korku. Korkularım hep canlı, dokuz canlı. 
Bu rüyayı bu yüzden anlattım işte, korktuğumdan. Paylaşmak hafifletiyormuş ya, bir deneyeyim dedim.

Yorumlar

Popüler Yayınlar