BİR SAİT FAİK ABASIYANIK ROMANI

Arkadaşımın gelmesini beklerken İş Bankası Kültür Yayınları'ndan yeni aldığım kitapları üst üste masaya koydum. Künyemi yazıyorum her birine. Masaya servis getiren garson "Bu çok güzel bir kitaptır" dedi, Sait Faik'in Mahkeme Kapısı kitabını göstererek. Şaşırdım, bir balıkçıda çalışan garson kitap okuyordu. Sonra şaşırdığıma şaşırdım, olamaz mıydı yani? Ne kadar ön yargılıydım, ne kadar ön yargılıydık? Kitap okuyan insanın bir prototipi mi vardı sanki?

Pazarda sebze satan adam ya da kadının statüsünden, metrobüste ayakta dikilen adamın kılığından, kısacası görünüşünden ne anlıyoruz ki? Biliyor muyuz eve gidince nasıl yaşıyorlar, ne yiyor ne içiyor, nasıl eğleniyor, nasıl dinleniyorlar? Kılığına kıyafetine, mesleğine, statüsüne bakıp ahkâm kesmek çok kolay, tıpkı benim az evvel yaptığım gibi.
Sait Faik'in halkın ve sokağın adamı olduğu sözü yerini bulmuş oldu benim için bu akşamüstü.

Yaklaşık 20 gündür Sait Faik'le yatıp Sait Faik'le kalkıyorum. Özlem Esmergül yazmış, YALNIZ hatta YAPAYALNIZ. Bir Sait Faik Abasıyanık Romanı. Ne güzel yazmış, ama ne güzel!
Yıllarca Burgazada'daki müze evine gidip geldim, ilk gençliğimden bugüne bir dolu öyküsünü okudum, hayatıyla ilgili de çok yazı okudum. Fakat bu kadar içten, bu kadar duygu dolu ve Sait Faik'i bu kadar detaylı anlatan bir kitap yazılmamıştı sanırım.

Roman formatında yazılmış olması bunda en büyük etken olmalı.
Kitap bu yılın şubat ayında çıkmış, hiç bir yerde gözüme çarpmadı. Ne kitapçılarda ne de reklamlarda. Hoş, reklamlara baktığım da yok ya. Temmuz sonuna doğru, yıllardır kapısından geçmediğim AVM denen tüketim kafeslerinden birine, CAPITOL'e işim düşmüştü. D&R'a uğradım ve orada gördüm, görür görmez başka kitaba bakmadan alıp çıktım ve yolda başladım okumaya. Bu kadar hevesle alıp hemen okunmaya başlanan kitap nasıl 20 günde ancak bitirilebilir? Şöyle ki; akşam yatmadan önce okumayı adet edindim bu aralar; daha sessiz ve sakin, kitaba kendimi tam verebildiğim vakitler bunlar. Bir gün yanıma alıp otobüslerde metrolarda da okudum, ama yok, olmadı, gece tekrar ettim. Zaten bitmesin istedim çok zaman, bu keyif her gece sürsün istedim, orası da başka.
Günlerce Saik Faik'le Burgazada'da, Beyoğlu'nun arka sokaklarında, İstiklal Caddesi'nde, Şişli'de, Dolapdere'de dolaştım durdum. Onun sıradan sokaktaki insanlarıyla, balıkçılarıyla, garsonlarıyla, hayat kadınlarıyla, arkadaşlarıyla yaşadım.
Tanıdığımı sandığım Sait Faik'in hiç tanımadığım taraflarını gördüm. Genelde bu, aksine yazardan soğutur beni, ama ben Sait Faik'i daha çok sevdim. Yalnızlığını, sevgiyi arayışını, kendine güvensizliğini, içkiye düşkünlüğünü, bazen kavgacı yanını, aşk acılarını yaşadım birlikte.
Sevip kavuşamadığı bir Aleksandra sanırdım. Oysa öyle bir Eleni çıktı ki karşıma...


Annesi Makbule hanımın onu sorunsuzca himaye ettiğini sanırdım. Sesini çıkarmadan güllük gülistanlık yaşadıklarını düşünürdüm. Başka bir Makbule hanım portresi çıktı karşıma. Gerektiğinde resti çeken, kesin kararlı sert bir mizaçla karşılaştım. Tabi hep oğlunu çok sevdiği için, bir baltaya sap olmasını istediği için. (Yazarlık meslek değil tabi, üstelik yazdıklarından dolayı mahkemelerde sürünmek de var) Sait Faik'in de annesinin üzülmesini istemediği için yazmaya ara verdiği dönem var. Sonunda "deli olacaktım" deyip tekrar kağıda kaleme sarılışı var.

Bir Leyla Erbil aşkı var hayatının son zamanlarında. Hastalığının ilerlemeye başladığı dönemde karşısına çıkan bu genç kızdan uzak durmaya çalışır, ancak kız bırakmaz peşini. Amacı nasıl yazılacağını öğrenmektir ustadan. Ama şaka yollu da olsa Saik Faik'le hayaller kurar, geleceklerini anlatır. Bunlar hep şakadır da Saik Faik her şeyi ciddiye almaktadır. Sonu hüsran...
Yazımı en başta anlattığım ön yargı ile bitireyim:
Sait'i üzmeyecektin be Leyla!
İşte bu yüzden okumayacağım seni.

Yorumlar

Popüler Yayınlar