MALİ MÜŞAVİRLER ADANA-TARSUS-HATAY GEZİSİNDE


Orhan Kemal'in 'Bereketli Topraklar Üzerinde' adlı muhteşem romanında anlattığı Çukurova'yı görme fırsatı doğmuştu. Üstelik tam da yazarın 105. doğum yıl dönümünde. Ani gelişen seyahat planına hızlı karar vermemin en büyük nedenlerinden biri buydu. Diğer arkadaşlarımı bilmiyorum, ama ben bu heyecanla bindim sabah 6:15 Adana uçağına.
Heyecanlanma sebeplerinden diğeri de, şu sıralar Yılmaz Güney'in hayatının kurgulandığı biyografik bir roman okuyor olmam. Denk geldi denir ya, işte tam böyle.



Üyesi olduğum MMMBD (Mali Müşavirler Muhasebeciler Birliği Derneği) Genel Merkezinin Eylül ayı Başkanlar Toplantısı derneğin Adana şubesinde olacaktı. Genel Merkez genellikle bu toplantılara eş geziler düzenliyor ve çok da iyi oluyor. İşte bu ay da Adana ile birlikte Tarsus ve Hatay'ı da içine alan bir gezi düzenledi. 3 gün 2 gece süren gezide altmışı aşkın kişi, çok güzel yerler gördük, harika fotoğraflar çektirdik ve güzel anılarla döndük. Genellikle yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüklerini anlat derler bilirsiniz, ama gezilip görülen yöre Adana ve Hatay olunca yediğimizi içtiğimizi de anlatmadan geçmek olmayacak.

6:15 uçağına bindik dedim ya yukarıda, maalesef 7:15 uçuşu oldu bizimki. Tam hepimiz yerleştik, uçağın kalkmasını beklerken kalkışa 2-3 dakika kala pilotumuz, güvenlik gerekçesiyle uçak değiştirmek zorunda olduğumuzu anons edince şaşkınlıkla, biraz homurdanmayla ve biraz da tedirginlikle uçağı terk ettik. Yeni uçağın hazırlanması ve yeniden yerleşmemiz tam bir saati buldu ve 7:15 de kalktık çok şükür. İnişteki pilot anonsunda gecikmenin güvenlik değil teknik nedenle olduğunu öğrendik. Öyle ya da böyle, sorunsuz bir uçuşla inebildik Adana'ya.
Allah'ım! Bu ne sıcak? Seyahati ilk söylediğimde oğlum, 'Anne sen deli misin? Henüz hastalığın nekahet dönemindesin, o kadar sıcak yere gidilir mi?' demişti de ben, 'Ne kadar sıcak olabilir ki? Hem ben sıcağa dayanıklıyım' demiştim. Yanılmışım, nefes aldırmayan bir sıcağı var Adana'nın. Üstelik de nemi de cabası. Buna rağmen yaya gezebildik, ben ona şaşıyorum.
Uçaktan indikten sonra Adana havalananında bekleyen otobüslerimize binip, önce otele eşyalarımızı bıraktık. Sonra kahvaltı için Seyhan nehri baraj gölü kıyısında Tahta Masa adlı lokantaya gittik. Lokantanın adı bana Ümit Besen'in Tahta Masa şarkısını çağrıştırdı. Bu iki sözcüğü duyunca nerede olursam olayım hatırlıyorum acı yüklü anıları, elimde değil.
Kahvaltımız çok keyifliydi. Harika göl manzarası, seyahat heyecanı ile dolu neşeli insanlar, lezzetli kahvaltılıklar, daha ne olsun?
Toplantıya katılacak arkadaşlarımız biraz erken ayrıldı mekandan; geriye kalan bizler az daha keyif yapıp otobüsümüze bindik ve Adana merkeze geldik, serbest zaman denen eylemi gerçekleştirmeye.
Daha önce Adana'ya gelmiş olup gezilecek yerleri bilen arkadaşlarımızın rehberliğinde yaya olarak başladık gezmeye. İlk olarak Adana Sabancı Merkez Cami'sini gördük, hemen yakınında Tarihi Taşköprü. Herhalde kışın fazlalaşıyor, ama suyu çok azalmıştı biz gezerken.

Sıcak öyle basıyor ki insana, bulduğumuz her ağaç gölgesinde soluklanma ihtiyacı hissediyoruz. Üstelik hava serinlemeye başlamışmış artık, öyle diyor Adanalılar. Alışık olmayan bizler için yakıcı bir sıcak.
Adana'yı genel olarak beklediğim gibi bulmadım. Kötü bir şehirleşme var, yeni Adana dedikleri sadece beton yığını. Eski Adana denen Merkez Cami ve Taşköprü civarında geleneksel Adana eski evlerini görebildik az biraz. Bunlardan birini 23 Eylül 2011 tarihinde Adana Sinema Müzesi olarak düzenleyip açmışlar. Bu seyahatte en hoşuma giden yerlerden biri burası oldu. Yıllardır Adana Altın Koza Film Festivali'ne ev sahipliği yapan şehrin sinema sanatına gösterdiği saygının sembolü gibi olmuş. Üstelik ücretsiz. Yeşilçam yaşıyor sanki müzede. Bir oda tamamen Yılmaz Güney'e ayrılmış. Oynadığı filmlerin afişleri, bazı filmlerinde giydiği kıyafetler ve balmumundan heykeli de sergileniyor. Bir odada Yazar Orhan Kemal ve Abidin Dino'nun karşılıklı masada otururken yapılmış heykelleri, diğer bir odada da yazar Muzaffer İzgü'nün bir kız çocuğu ile heykelleri var. Çok mutlu ayrıldım müzeden.
Ardından, hemen az ilerisinde bulunan Adana Atatürk Evi Müzesi'ne girdik. Burası da geleneksel Adana evlerinden biri ve 1981 yılında Kültür Bakanlığı tarafından müze yapılmış. 15 mart 1923 yılında Atatürk Adana'ya eşi ile ilk geldiğinde burada misafir edildiğinden her yıl 15 martta resmi törenle bu binada kutlama yapılıyormuş.
Buradan sonra Adana çarşı içine gidecektik, önce bir kafede soluklandık. Sıcaktan bezmiş bizlere ağaçların gölgesindeki kafe çok iyi geldi. Adana'ya özgü Bici Bici tatlısı diye bir yiyecek var. Buzlu muhallebi de denebilir. Rendelenmiş buz, pişmiş nişasta, pudra şekeri ve şerbetten oluşuyor. Adana sıcağında özellikle çocuklar dondurma kadar sevip yiyorlarmış. Bir çok arkadaşımız yedi, ama ben tadına bile bakmadım, kırmızı buzlu görüntüsü olumsuz bir ön yargıyla yaklaşmama neden oldu.
Sıra geldi çarşıyı gezmeye. Cezerye ve lokumlarıyla ünlü bir dükkan var, ilk iş oraya girdik. Sergilenen tadımlıkları yiyenler eni konu doydu. Kentin simgelerinden biri olan şalgam suyunun da alıcısı boldu. Bol bol alışveriş yapıldı ve herkes başka bir yana dağıldı. Ben artık yorgunluktan ölüyordum, bir an önce otele gitmekti en büyük isteğim. Allah'tan iki arkadaşım daha aynı şeyi düşünüyormuş, aldık başımızı doğru otele. Tabi çok kolay olmadı, yürü babam yürü, tepede de sıcak, ama ulaştık sonunda. Eşyalarımı yerleştirir yerleştirmez duş yapıp attım kendimi yatağa. Üç saat sonra, akşam yemeği saatine geç kalmamak için kurduğum alarmın sesiyle uyandım. Ne güzel uyumuşum, nasıl dinlenmişim anlatamam.
Akşam yemeğini otele, otobüsle 15-20 dakika uzakta güzel bir lokantanın bahçesinde yedik. En başta Adana olmak üzere kebap yemeye doyduk. Servis biraz ağır olmasına rağmen yemekler çok lezzetli ve fiyatlar ekonomikti. Canlı müziğimiz de vardı üstelik. Hani Çiçek Pasajı'nda masa masa dolaşan müzisyenler olur ya işte onun gibi üç müzisyen her masayı tek tek dolaşıp çalıp söyledi ve söyletti.
Yorgun argın ama keyifli, otele dönüp ertesi günkü maraton için dinlenmeye çekildik.
Sabah oteldeki kahvaltının ardından otobüslerle Tarsus'a hareket ettik. Yaklaşık 45 dakika süren bir yolculuğun sonunda Ashab-ı Kehf 7 Uyurlar Mağarası'na geldik. Efsaneye göre Roma zulmünden kaçan 7 genç bir mağaraya sığınıp uyumuş ve gözlerini açtıklarında 309 yıl geçmiş. Artık onlar için dünya güvenli hale gelmiş. Küçük bir mağara ve buraya sonradan küçük bir de cami yapılmış.
Şimdi, Nusret Mayın Gemisi'nin bulunduğu yere doğru yola çıktık.. Yolda Kleopatra Kapısı'nı gördük. Milattan 7000 yıl önce Tarsus'a giriş kapısıymış. Adını Mısır kraliçesi Kleopatra'dan almış. Kraliçe bu kapıdan geçerek Tarsus'a girermiş. Şimdiki hali tam yol ortasında sembolik anıt şeklinde.
Çanakkale Deniz savaşında önemli rol oynayan Nusret Mayın gemisi parçalanarak jilet yapılacakken Tarsus Belediyesi tarafından alınarak merkezde bir parka getirilmiş. Mayın dökücü Nusret ve genç komutanı Yüzbaşı Hakkı beyin başarılarına şahit olan bu gemi aslına uygun şekilde 2003 yılında ziyaretçilere açılmış. Gezerken duygusal anlar yaşayıp gözlerinizin yaşarmasına engel olmak mümkün değil.
Sırada Makam-ı Danyal Camii vardı. Türkiye'de tek peygamber mezarı olması açısından önemli sayılıyor. Milattan önceki zamanda Babil kralı Yahudilere çok eziyet edince Danyal Peygamber onları ilim ve zekasıyla kurtarmış. Kötü günler geçiren Tarsus halkı onu çağırınca gelmiş ve bolluk bereket de onunla birlikte gelmiş. Ölünce de mezarı ellenmesin diye çok derine gömülüp demir mazgallarla korunmuş. 2014 yılında ziyarete açılmış.
Tarsus'ta öğle yemeğini tantuni yiyerek hallettik. Malum buraya gelip de tantuni yemeden olmazdı.
Yemekten sonra Kırkkaşık Bedesteni denen Mısır Çarşısı benzeri bir çarşıya girdik. İstanbul'da arayıp ta bulamadığım yeşil taşlı yüzüğü burada bulup aldım. Son yıllarda her seyahatten bir takı alıyor ve kullandıkça seyahati hatırlıyorum.
Tarsus Şelalesi sonraki durağımızdı. Gerçekten yüksek nemli sıcakta insana nefes aldıran çok da güzel bir şelale idi. Yamacındaki kafede çay kahve de içip sohbet etme imkanı bulduk.
Akşam İskenderun'da konaklayacaktık; giderken yolumuzun üzerinde, İskenderun'a 20 km. kala Payas Kalesi idi son durağımız. Haçlıların Anadolu'dan ilk çıktıkları yere kurdukları kalenin 13.yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Gelip geçenlerden vergi olarak alın payın asılmasından dolayı Payas ismini almış kule. Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi ile Osmanlıların eline geçmiş.

Akşam karanlık basmak üzereyken İskenderun'daki otelimize yerleştik ve apar topar hazırlanıp akşam yemeği için tekrar otobüslerimize doluştuk. Deniz kenarında büyükçe bir lokantada yedik yemeğimizi. Lezzet iyiydi de personelin tutumu ve fiyat politikası çok kötüydü. Yine de keyfimizi bozmadan güzel saatler geçirdik.



Ve son gün!
Maalesef sabah bir arkadaşımız fenalaşıp ambulansla hastaneye götürüldü ve geziye devam edemedi. İyi olduğu haberini aldık çok şükür de öyle yola çıktık.


Hatay (Antakya)
Toros dağ sisteminin en güney bölümünü oluşturan Amanos Dağları, diğer adlarıyla Nur yahut Gavur Dağları'ndan doğuya, aşağıya doğru iniyoruz. Karşımızda muhteşem Amik Ovası. O kadar büyük bir tabana sahip ki, araştırdım, uzunluğu 90 km. genişliği 27 km, yüz ölçümü 900 metrekare. Türkiye'nin en verimli ovası olarak biliniyor. Topraklarının yüzde altmış beşi iklim koşullarına, ekime ve sulamaya çok elverişli. Pamuk başta olmak üzere pirinç, arpa, yulaf, karpuz, meyve, sebze ve daha bir çok  çeşit ürün yetiştiriliyor.
Ova'ya indikten sonra Hatay yolunda ilk durağımız St. Pierre Kilisesi'ne doğru ilerliyoruz. Bu kilise kayalara oyulmuş, 13 metre derinliğinde 9,5 metre genişliğinde ve 7 metre yüksekliğinde bir mağaradan oluşuyor. Antakya'daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları bu mağara Hristiyanlığın en eski kilisesi olarak kabul ediliyor. Günümüze maalesef orijinal olarak gelememiş. Sadece taban mozaiğinin parçaları ve birkaç duvar boyaması izi kalmış.
Sanırım görülmesi gerekli yerlerin başında Antakya Mozaik Müzesi geliyordu. Gören arkadaşlarımız anlata anlata bitiremedi. Fakat ben gidemedim müzeye. İnşallah başka bir gezide. Hatay, çok önemli bir şehir. Roma İmparatorluğunun üç büyük kentinden biri. Kudüs kadar eski, Kudüs kadar paylaşılamaz bir kent. Hristiyanlığın Kudüs'ten sonra yayıldığı ilk kent. İsa'nın dinine inananlara ilk kez burada Hristiyan adı verilmiş. Çok zengin tarihi geçmişi olan, onlarca medeniyet ve yüzlerce hükümdar görmüş bir kent. Bu yüzden bir günde gezilecek yer değil haliyle.
Buradan sonra Harbiye Şelale denen bir yere geldik. Burada serbest zaman vardı, ancak o kadar kısaydı ki bırakın tamamını görmeyi, girişten bile uzaklaşamadık desem yeri. Yaklaşık bir buçuk saat kalınmalı ki burada, yukarıdan aşağıya eğimli arazide her birkaç metrede bir karşımıza çıkan küçük şelaleler ve yemek yenen mekanlarda keyfini çıkartabilmeli. Neyse, güzeldi yine de, böyle de bir yer olduğunu görmüş olduk.
Öğle yemeği için yer belirlenmemişti, herkes istediği bir yerde yiyecekti. Biz, daha önce buraya gelen arkadaşları takip ederek ara sokaklardan geçip hep birlikte çok güzel bir mekanda yedik. Hatay mutfağına özgü ne varsa söyledik sofraya. Oruk dedikleri, bizim içli köfte diye bildiğimiz harika lezzet, bayat ekmek içi ile hazırlanan muhammara, humus, içinde tahin, yoğurt ve patlıcanın olduğu mütebbel, tepsi kebabı, kağıt kebabı vs.
Bu kadar yemekten sonra eritmek için yürümek gerekir değil mi? Hatay ticaretinin kalbi Uzun Çarşı ne güne duruyor? Yöreye özgü baharatların, el yapımı sabunların, ipek eşarp ve şalların, takı ve daha bir çok ürünün satıldığı bu güzel çarşıyı enine boyuna gezdik.
En sona, yörenin meşhur tatlısı künefe kalmıştı. Uzun Çarşı çıkışına açılan meydan sanki sadece künefeciler meydanıydı. Gözüne kestiren kestirdiği yerde oturup tabak tabak künefe yedi, paket paket satın alan oldu. Tatlı bitti yani gezimiz.

Hatay'ın benim en hoşuma giden yanı, şehrin içinden geçen Asi nehrinin güzelliği oldu. Su, geçtiği her yere hayat katıyor gerçekten. Su kenarındaki kentler daha bir gelişmiş, daha bir uygar bana göre. Fiziki coğrafyasından insanlarının karakterlerine kadar.

En başta bahsettiğim Çukurova'ya gelirsek: Çukurova Adana'nın merkez ilçelerinden biri olmasına karşın tarım yapılan ve Çukurova denilen alan oldukça büyük ve Adana, Hatay, Mersin, Osmaniye illerinin içinde kalıyor. En istediğim görüntü, yörede Beyaz Altın olarak adlandırılan pamuk tarlalarıydı ve tam da pamukların hasat zamanıydı. Tarlalarda kozalarından ayrılmaya hazır bembeyaz pamuklar o kadar büyüleyiciydi ki. Gözümün önüne Orhan Kemal'in roman kahramanları İflahsızın Yusuf, Köse Hasan ve Pehlivan Ali'nin çırçır fabrikasındaki zorlu maceraları geldi. Gerçekten hiç unutamadığım bir romandır Bereketli Topraklar Üzerinde.
Ruhun şad olsun Orhan Kemal.
İnşallah bir kez daha kısmet olursun Adana...

Yorumlar

Popüler Yayınlar