ESKİŞEHİR'DE 10 KASIM



Cumartesinin üzerimdeki yıkıcılığını atacak bir gezi programım vardı on beş gün öncesinden yapılmış. Ne iyi etmişim de bu programı yapmışım. Çok iyi geldi ruhuma.

Bendeniz ilk defa Eskişehir'e gittim efendim.
Herhalde Eskişehir'i görmeyen kalmamıştır, oğlum bile gördü de ben daha bugün gidebildim, çok şükür.
Gitmek lazım mı?
Elbette!
Gitmeseydim ne kaybederdim?
Belki bir şey kaybetmezdim, ama kaybettiğine değil kazandığına bakacaksın. Çok güzel kazanımlarım oldu. Hele bir 10 Kasım günü Eskişehir gibi bir kentte olmak çok ayrıcalıklıydı bence.
Hep anlatılagelen, okuduğum, takip ettiğim Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen'in mucizelerini yerinde görmek harika idi.
Sabah altıda yola çıktım, Söğütlüçeşme tren istasyonunda arkadaşımla buluştum ve altı kırk yedi trenine bindik. Masalı koltuklardandı biletimiz. Karşımıza önce, sonradan Afyonlu olduğunu öğrendiğimiz Zehra hanım bindi. Selamlaştık, yerine yerleşmesini izledik, çünkü hoştu. Eni konu yerleşti, yayıldı, başladık sohbete. Başındaki yemenisini gelişigüzel bağlamış, gülümseyen yüz ifadeli bir köylü kadını görüntüsündeydi. Tren Bostancı'yı geçtikten sonra ayakkabılarını çıkarıp bacaklarını da yanındaki boş koltuğa uzattı. Sohbetimiz, nereden geliyorsun nereye gidiyorsun sorularıyla devam ederken Pendik'ten binen, yine sonradan Kütahyalı olduğunu öğrendiğimiz Müyesser hanım geldi dikildi Zehra hanımın başına. "Benim yerim burası." dedi. Zehra bacaklarını toplamaya davrandığında Müyesser bu kez, "Pencere yanı benim, kalkman lazım." dedi. Bu yer değiştirmeyi görmeliydiniz; Zehra o kadar ağır aksak davranıyordu ki, Müyesser içten içe kızıyordu, ama sadece yüzünü birazcık ekşitmekle kaldı helal olsun. Sonradan Müyesser de sohbete katılınca sanki kırk yıllık kanka olduk. Kadın kısmı ilginç, bir araya geldi mi muhakkak konuşacak bir şeyler buluyor. Bizim yerimizde erkekler olsaydı tek kelime etmeyebilirlerdi eminim. Arka koltuklarında oturan iki adam yolculuk boyunca hiç ağızlarını açmadılar mesela.
Biz güle oynaya daldan dala muhabbeti koyulaştırmışken saat geldi. Tam dokuzu beş geçe kalktık ayağa ve makinist treni durdurdu. Çok şaşırdım inanın, daha önce de vasıtalarda bu saatte bulunmuşluğum vardı ama saygı duruşu için toplu taşımada duranı görmemiştim. Çok mutlu oldum.
Bizimkilerin ikisi de torun torba sahibi. Müyesser, on sekiz yaşındaki erkek torununa bakmak için İstanbul'da kalıyormuş. Havalimanında görevliymiş çocuk. Şimdi on beş günlük eğitim varmış ta bu aradan faydalanıp Kütahya'ya gidiyormuş. Zehra da buradaki çocuk ve torunlarını görmek için gelmiş, şimdi Afyon'a dönüyormuş. Alem kadındı Zehra; kat'iyen çocuk bakmazmış, kendine güvenen yapsın dedi. Kendi hayatımı niye bozayım ki, yok ben çocuk sesine dayanamam dedi. Altı çocuğu, on torunu olduğunu öğrendik bu arada. Müyesser de buna şaşırdı, insan torununa bakmaz mıymış hiç? Fatma Girik gibi bakan, yeşil gözlü, minyon yapılı bir kadındı. Başörtüsünü daha itinalı bağlamış ve pardösü giymişti. İkisi de Eskişehir'de indikten sonra Pamukkale Ekspresi'ne  bilet alıp memleketlerine aktarma yapacaklardı. Tren rötar yapacak gibi olunca pek dertleniyorlardı.
Neyse ki yetiştiler.
Trenden Eskişehir'de inince ilk işimiz kahve molası ile başlamak oldu geziye. Espark adlı alışveriş merkezine girdik. Alt kattaki Atatürk sergisini gezdik. Sonra oradaki garsona Devrim arabasının bulunduğu yere nasıl gidebileceğimizi sorduk. Yolun uzun olduğunu, karşı sıradan minibüse binmemiz gerektiğini söyledi. Bindik minibüse, aman, ne uzun yolu, kısacıkmış. Bu Eskişehirliler İstanbul'u bilmeyince bizi de böyle yönlendiriyorlar işte.

1961 yılının 29 ekiminde Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e sunulan, arabanın benzinini koymayı unutan ekip yüzünden ertesi günkü gazetelerde sadece bununla haber olan ve bu yüzden tarihe gömülen Türkiye'nin ilk yerli otomobili talihsiz DEVRİM arabasını gördük. Cemal Gürsel'in de "Batı kafasıyla otomobil yaptınız, ama doğu kafasıyla benzin ikmalini unuttunuz." sözünü hatırladık hüzünle.
Odunpazarı vardı sırada, ziyaretçilerden bir çifte nasıl gidileceğini bilip bilmediklerini sorduk; şansımıza onlar da oraya gidiyormuş, arabalarıyla götürdüler bizi sağolsunlar. Çok kısa ama, eğlenceli bir yolculuktu. Her zamanki nereden gelip nereli olduğumuz soruları sırasında kadının Malatyalı adamın da K.Maraşlı olduğunu öğrendik. Adam buraların ne kadar yobaz olduğunu söyleyince arkadaşım itiraz edip, her yerin iyisinin de kötüsünün de olduğunu söyledi. Sonra kadın kocasına itiraz etti, ne yani o da Malatyalı idi, seni ayrı tutuyorum dedi adam, olmaz dedi kadın. Aralarında atışa atışa neyse ki kavga etmeden getirdiler bizi Odunpazarı'na.


Hava nasıl güzel, kasım ayının ortalarında, ancak ekim ayında yaşanacak bir pastırma yazı yaşıyoruz. Odunpazarı harika. Tarihi evler muhteşem. Her yer konak, konaklar artık ya lokanta ya hediyelik eşya satış yeri ya da müze. Bu arada söylemeden geçemem, Eskişehir'de adım başı müze var.
Sürmeli Konak'ta çay kahve için bir süre oturduk. Sonra başladık gezmeye sokak sokak. Eskişehir Kurtuluş Müzesi vardı bir sokakta, 10 Kasım dolayısıyla da ücretsizdi, girdik. Burası İnönü Savaşları sırasında İsmet İnönü'nün konakladığı evmiş. 2016 yılında müze olarak açılmış. Harika bir iş başarmış Yılmaz Büyükerşen; müze açıldığı gün ziyaretçilere dağıtılan basın bildirisinde bu müzenin önemini çok güzel anlatıyor. Bize de o bildiriden verdiler, eve geldiğimde okuyabildim ancak gözlerim dolarak.
Öğle yemeğinde çibörek yiyelim dedik. Eskişehir'in meşhur çiböreği. Gerçekten çok lezzetliydi. Tek şikayetimiz servisin geç yapılması oldu.
Artık Balmumu Müzesi'ne gitmenin zamanı gelmişti. Gelirken gördük, giriş sırası için upuzun kuyruk oluşturmuşlar. Bekleyemeye değer dedik, haklı çıktık. Zaten çok beklemedik; sıra uzundu ama, biz şanslıyızdır, arkadaşımla gittiğimiz her yerde hem hava güzel olur hem de aksilik yaşamayız. Çabuk çabuk ilerleyen sıra ile müzeye girdik. Ben hep merak ederdim, bu Yılmaz Büyükerşen bunca işinin arasında nasıl zaman bulup da bu kadar çok heykeli üretmeyi başarıyor diye. İzmir'e gittiğimde Latife Hanım Evi'nde de görmüştüm onun heykellerini. Meğer ekibi varmış, heykellerin aslını o yapıyor, ama ekibi düzenliyor. Orada gördüğüm heykellerin yapım aşamaları fotoğraflarından anladım. Çok yetenekli biri, bu yeteneğini onca işinin arasında bizlere ulaştırması takdire şayan doğrusu.





Müzeden çıkınca taksiye binip Porsuk Nehri kıyısına indik. Nehrin iki tarafında da kafeler, lokantalar, eğlence yerleri vardı. Ortalık insan kaynıyordu, tabi ki öğrenci şehri olması dolayısıyla en çok gençler. Biz de bir kafede oturup önce dinlendik, sonra meşhur Gondol sefasını biz de deneyelim diyerek bu kez Gondol sırasına girdik. Üç tane gondol var, en fazla dört kişi alıyorlar içine. On dakikalık bir seyr-ü sefer yapıp dönüyorsunuz. Sefer sırasında meşhur çekirdek çitleyen eşek heykelini görüyorsunuz. Acayip keyifli, Venedik'e gidemeyecekseniz bir daha başka yerde alamayacağınız bir keyif.
En son, salaş bir Aile Çay Bahçesi'nde dinlenip tren garının yolunu tuttuk.
Çok memnun kaldık bu geziden. Sakin, telaşsız, güzel bir havada keyif aldığımız bir gezi oldu.
Bir dahaki sefere, görmediğimiz tarihi yerleri de görmeye geleceğiz inşallah. Günübirlik bu kadar oluyor.

Yorumlar

Popüler Yayınlar