ARKEOLOJİK (!) BİR PAZAR GÜNÜ

 

Geçen cumartesi günü İstanbul Kitapçısından aldığım 'Gılgamış Destanı'nı okuyorum bir haftadır. Beyanname haftası olduğu için, sadece akşamları yatmadan önce okuyabildiğimden henüz yarısına gelemedim. 

İnsanoğlunun ilk yazınsal ürünü ve yaklaşık 5000 yıllık bir tarihi olan destan,  Uruk kentinin ölümsüzlüğü arayan kralı Gılgamış'ın hayatını anlatıyor. Uruk kenti, Mezopotamya'daki Sümer yerleşkelerinden biri. 

Yarı Tanrı yari insan olarak tasvir edilen Gılgamış M.Ö. 28.yüzyılda gerçekten yaşamış ve 126 yıl saltanat sürmüş. Destan, ölümünden 1000 yıl kadar sonra Akat dilinde, tabletlere yazılmış olup 12 tablet olarak günümüze ulaşabilmiş. Nuh Tufanının da anlatıldığı ilk yazılı eser olma özelliğine sahip.

Destanın konusuna ayrıntılı girmeyeceğim, merak eden okur deyip -ki, mutlaka merak edin bence- bana olan etkisine geçeceğim.

Öncelikle, bu kitabı edinmemin kendi merakımla olmadığını söyleyeyim. Hemen hepimiz ortaokuldaki Sosyal Bilgiler dersinde Mezopotamya tarihini öğrenirken duyduk Gılgamış diye bir kral olduğunu ve bu destanı. Sonrasında unutmadık belki ama, ilgi alanımız olmadığı için birçoğumuzun hafızasında sadece ders konusu olarak kaldı. Ne mutlu bana ki, bu hayatta muhteşem bir dostum var. Epeydir insanı, dünyayı ve bunların gelmiş ve geçmişleri hakkında konuşuyoruz. "Hiç merak etmiyor musun meselâ, Gılgamış Destanı ne anlatıyor?" dedi bana bir gün. Hiç merak etmemiştim evet. Sümerleri ve  Sümer tabletleri ile ilgili bir şeyler okumuştum, çok da ilgimi çekmişti de, Gılgamış? Iıh, aklıma bile gelmemişti. Aklıma soktu sağ olsun ve işte ilk kitapçı ziyaretimde aldım ben de kitabı. 

Öğrenmenin yaşı yoktur; dünyanın şeyini öğreniyorum okudukça. Neden daha önce okumadığım için de hayıflanıyorum her zamanki gibi. 

Kitabın ilk otuz iki sayfasında bolca açıklama yapmış çeviren Sait Maden. Dönemin tarihini kısaca özetleyip yazının bulunuşu ve bu yazıların çözülüşü hakkında bilgiler veriyor. Birden bire çivi yazısına bir ilgi oluştu ki bende şaşırırsınız. M.Ö.3000 yılından M.Ö.600 yılına kadar çivi yazısının geçirdiği evrimi gösteren bir de tablo var. Uzun uzun inceledim bu evrimi. Sanırsınız ilk bulduğum tableti okuyacağım, o derece merakla. 

İşte bu ilgi ve merakla bugün kendimizi Arkeoloji Müzesinde bulduk arkadaşımla. İlk kez 2005 yılında ziyaret ettiğimiz müze artık gözümüze bambaşka görünüyordu. On beş yıl önceki lay lay lom, "Aaa buradaki heykel ne güzel, hadi burada da bir fotoğraf çekilelim" kızları değildik nihayetinde. Sadece iki saat Eski Şark Eserleri Müzesinde Mezopotamya uygarlığının eserlerini inceledik. Mini minnacık tabletlere yazılmış çivi yazılarını görseniz -ki göreniniz vardır- hayretten ağzınız açık kalır. Hele günlük yaşamda kullandıkları eşyaların ince işçiliği gerçekten insanı şaşırtıyor. Yine inanılmaz bir şekilde kap kacaklar, takılar günümüzde kullandıklarımızın benzeri hatta daha iyisi. İlk mühürleri gördük meselâ; silindirik mühür hiç gördünüz mü hayatınızda bilmem, muhteşemdi. İlk borç senedi tableti; minicik. Tarihteki ilk aşk şiiri tableti ve de zarfı (yine tablet şeklinde). Toprak içine gömülü devasa erzak saklama küpü ve üzerinde yine çivi yazısıyla içinde ne saklandığına dair bilgi. 

Bence bir tek teknoloji yokmuş hayatlarında. Biz teknolojiyi çıkarsak hayatımızdan, onlar bizden daha ileri uygarlıkmış onu düşündük. 

 



Burasını gezmeyi bitirince ana binaya geçip heykel ve lahitlerin olduğu bölümleri gezdik. Heykellerdeki ince detaylara hayran kalarak tabi ki. 

İstanbul Arkeoloji Müzesini 1859 yılında Osman Hamdi Bey kurdu. Aynı zamanda arkeolog, ressam ve Kadıköy'ün ilk belediye başkanı olan Osman Hamdi Bey 1882 yılında işte bu Eski Şark Eserleri olarak gezdiğimiz binada Sanâyi-i Nefîse Mektebini de kurdu. Burası daha sonra Fındıklı'daki yerine taşındı ve günümüzde Mimar Sinan Üniversitesi Güzel sanatlar Fakültesi olarak eğitim veriyor. 

Yaşadığı devrin çok ilerisinde bir hayat görüşü olan Osman Hamdi Bey'i tanıyordum elbette, ama Emre Caner'in Kaplumbağa Terbiyecisi adlı kitabında onun bambaşka yönleriyle karşılaşmış ve hayran olmuştum. Bugün bir kez daha hayran oldum müzeyi gezerken. Dayanamayıp ziyaretçi anı defterine "Sen çok yaşa Osman Hamdi Bey!" yazdım:) Ruhu yaşıyor, inanıyorum buna. 

Sadece Arkeoloji Müzesi ile sınırlı tutmayı planladığımız gezimiz her zaman olduğu gibi sınırın dışına taştı. Müzeden yukarı Topkapı Sarayı'nın bahçesine çıkıp Soğukçeşme Sokağına, oradan Sophia Garden adındaki mekâna gittik ve çok keyifli bir mola verdik kendimize. 


Topkapı Sarayı ile, Sultanahmet Meydanı ile aramda gizli bir aşk var; ne zaman gitsem sanki sevgilime kavuşmuş gibi hissediyorum kendimi. Sanki ikinci evimdeymiş gibi.

Ne tuhaf!

Yorumlar

  1. Geçmiş zamanlardan bir gün tiyatrosuna gitmiştim Gılgamış'ın. Sonrada Buket Uzuner'in son dortleme kitabında geçiyor her seferinde....
    Henüz alıp okumadım, sanırım ilk Kadikoy'e inmemde bakıcam kitaba :))
    Müze gezmeyeli bir iki sene oluyor Nurten Abla. Fotoğraflarınla hasret giderdim.
    Öperim çok 💟

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Canım,
      Mutlaka git. İnsan gerçekten başka bir dünyada hissediyor kendini. Müzelerin çoğu kapalı Pandemi dolayısıyla zaten, ama burası açık.
      Ben de seni çok öpüyorum. Takipteyim:) Çok güzel kitaplar okuyorsun.

      Sil
    2. Sende ben tarafından yakın takiptesin Canim 😉

      Sil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar