ARADA BİR İYİ GELİR

 




Ohhh! Sabah erkenden kalkıp yollara düşmek ne güzel.

Özlemişim sabah vapuruna binmeyi, deniz üzerinde kitabımı okuyarak seyahat etmeyi. Bir de gözlüklerim buğulanmasa ne iyi olacaktı. Yüzümde maske varken kitaba eğilince nefesim yukarı yönelip gözlüğümün camlarını buğulandırdığından, ikide bir çıkarıp silmek zorunda olmak dışında keyfim süperdi. 

Vapur önce Karaköy'e uğradı, eskiden uğramazdı; böylece yaklaşık beş dakika daha kazanmış oldum kitaba devam etmek için. Tenhaydı içerisi, sanırım pandemi yüzünden. Arada bir okuduğum sayfalardan başımı kaldırıp dışarıya da bakıyordum tabi. İnsan Tanpınar'ın Huzur romanını okur da, hele de vapurdaysa İstanbul'un güzelliğine bakmadan edebilir mi? Huzur bir aşk romanı aslında, Mümtaz ile Nuran'ın aşkını anlatıyor. Fakat âşıklar aşklarını İstanbul'u gezerek yaşıyorlar neredeyse. Bu yüzden, Tanpınar Edebiyat araştırmaları Merkezi'nin müdürü Handan İnci'ye çok katılıyorum; "Huzur İstanbul'un romanı, aşk ona vesile edilmiş" diyor. 

Bu romanı 1999 yılında almıştım, okuyamadım ilginçtir. Tıpkı yazarın başka romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi. Yeğenimin edebiyat ödevine yardım için okumam gerekmişti de ne çok hayıflanmıştım zamanında okuyamadığım için. Çünkü müthiş bir eser gerçekten. İşte Huzur da böyle okunamadan yıllarca kitaplığımda durdu. Ha bugün ha yarın derken kısmet bu zamanmış. Belki de zamanı şimdiymiş, bu bilinçle, bu duygu ve düşünce yapımla. Çok sevdiğim romanlarda hep yaptığım gibi tadını çıkara çıkara okuduğum için ağır aksak gidiyor, henüz bitmedi yani. Dolayısıyla bu yazı Huzur romanı yazısı değil.

Vapur Eminönü'ne yanaşırken toparlanıp pencere kenarındaki yerimden kalktım. Koltuk dizisinin öbür ucundaki beyefendi hafifçe bacaklarını koridor tarafına çekti bana yer vermek için. Karşılıklı koltuk dizisinin ortasında masa vardı ve masanın pencere tarafındaki kısmı ile pencere arasındaki aralık benim geçebileceğim kadardı. Ben de rahatsızlık vermeyeyim diye oradan geçtim ve beye başımla selâm verdim. O da elini kalbinin üstüne koyarak selâmıma karşılık verdi. Buna o kadar memnun oldum ki; demek ki hâlâ o eski İstanbul görgüsünü taşıyan insanlar vardı. O kadar zamandır öyle kaba saba davranışlarla karşılaşır oldum ki bu şehirde, şaşırmaktan da kendimi alamadım. 

İstanbul'da kasım ayı başladı. Kasım, ağaçların yapraklarını döktüğü, bastığımız yerde ayakkabılarımızın altından çıkan o güzel hışırtı sesini veren aydır. Her yıl kasım ayının sonuna doğru o hışırtıyı duymak için ille Doğancılar Parkı yahut benzeri bir yere, meselâ Ihlamur Kasrı'na giderim. Doğanın mucizesine tanık olmak ne muhteşem bir şeydir. Ağaçların gövdesine sarılmak nasıl bir pozitif enerji verir insana. Bir dahaki kasım ayına ulaşabilmek için dua ettirir. 

Henüz yapraklar tam dökülmedi, sadece serinliğini hissedebiliyoruz kasımın.

Eminönü iskelesinde inince tramvay yolundan karşıya geçip İstanbul Ticaret Odası'na girdim. İşim Perpa'da halledilebilecek bir işmiş. Halbuki biraz Eminönü, Tahtakale, Sirkeci'yi gezmek istiyordum, kısmet değilmiş. Kulaksız otobüsüne binip Perpa'ya geldim. Kaç yıl oldu bilmiyorum buraya yolum düşmeyeli. Uzun koridorlarda yürüyerek, mecburen asansöre de binerek en üst kata çıktım, işimi kolaylıkla halledip kendimi dışarı attım. Madem buraya kadar gelmişim dedim, eski işyerimin olduğu Demirkapı'daki arkadaşlarımı görmeye gideyim bende. Öyle yaptım, metrobüse binip Edirnekapı durağında indim ve Şehitlik'ten geçerek Demirkapı'ya doğru yürümeye başladım. Sağımda Hava Şehitliği, solumda ise eski Uzel Makine ve Traktör Fabrikası. O da ne? Şimdi metruk haldeki fabrikanın tüm cephesi afişlerle dolu. Fabrikanın kapanmasıyla işten çıkarılan işçilerin on iki yıldır alamadıkları kıdem tazminatları ile ilgiliydi bu afişler. Türk Metal İş Sendikası'na yönelik ihanet suçlamaları, Uzel Makine ihalesine hile ve fesat karıştırdığı iddiasıyla Vera Varlık protestosu ve daha bir dolu yakarış. Yakarış diyorum, çünkü kafanızı çevirip okuduğunuzda sanki o işçiler karşınızdalar, öfke ve acı ile yakarıyorlar, yani tam böyle anlatılabilir o afişlerde yazanlar.

İçim sızladı. Benim burada çalıştığım dönemde tıkır tıkır işleyen bir fabrikaydı. Ne değişmiyor ki bu şehirde değil mi? 


Uzun uzun bakıp okudum hepsini ve fotoğrafladım, sonra yoluma devam ettim. Eskiden çalıştığım sokağa girince gülümsedim, biraz da hüzünle. Yaklaşık on yılım geçti burada; tekrar dönmek ister misin diye sorsalar hiç düşünmeden evet derim. Oysa Sirkeci'den buraya taşındığımızda ne çok üzülmüş hatta ağlamıştım. Medeniyetten dağ başına mı geldim demiştim. Ama hayat işte, her şeyin bir sebebi var. Bu dağ başı sandığım yerde ne mutluluklar yaşadım. Buraya, arkadaşlarıma her geldiğimde sanki hiç ayrılmamışım gibi gelir, bu sefer de öyle oldu. 

Ne güzel bir gündü!

Sabah erken kalkmak, yollara düşmek güzel. .

Gerçi ben artık evden çalışıyorum ve bundan çok mutluyum. 

Ama, arada bir iyi gelir, tekrarlamak lâzım.

Yorumlar

Popüler Yayınlar