KONYA GEZİSİNDEN AKLIMDA KALANLAR


 

Geçen yılın mart ayında annem ve kız kardeşimle birlikte gitmek üzere Konya'ya tren bileti almıştım. O sırada siyatik ağrılarım dayanılmaz olunca bileti açığa aldırdım ve gidemedim. Annemler gitti ama, tedirgindim, pandemi yeni başlamıştı, siz de gitmeyin dedimse de dinlemediler. İyi ki gitmişler diyorum şimdi. Sonrasında altmış beş yaş üstü kısıtlamaları gelince annem bir yere gidemez oldu. Yıllardır hep istediği Mevlana türbesini görmek onu çok mutlu etmişti. 

Açık biletimin süresi altı aydı, fırsat bulamadım bir türlü seyathat için tarih ayarlamaya. Pandemi bitmeyince önce yılbaşına kadar sonra da en son mart sonuna uzadı süresi. Sonunda, bu pandeminin biteceği yok, biletimi seyahate çevireyim dedim. Sibel'le de anlaştım ve geçtiğimiz cuma sabahı 08:02'de yola çıktık Söğütlüçeşme'den. 

Yüksek Hızlı Tren ile daha önce birkaç kez Ankara ve Eskişehir'e gitmiştim, Konya'ya ise ilk kez gidiyordum. Diğerlerinden farkı pandemi dönemi kurallarıydı. Girişte HES kodu kontrolü yapılıp ateşiniz ölçülüyor. Maskeler asla çıkartılmıyor, sık sık anons yapılıyor zaten bu konuda. Bir fark da yiyecek içecek servisi yapılmamasıydı. Bir kez servis arabası dolaştı, onda da sadece su servisi yapıldı. Eskişehir'e kadar tam doluydu tren. Eskişehir'de inenlerden sonra bizim vagon tenhalaştı. Biz masalı orta kısımda oturuyorduk, karşımızda oturanlar da inince nispeten rahatladık. 

Normalde dört saat elli dakika sürmesi gereken yolculuk beş buçuk saat sürdü. Buna biraz üzüldük, çünkü cumartesi sokağa çıkma yasağı olduğundan gezmek için az zamanımız vardı. Bileti aldığımızda Konya'da cumartesileri serbestti, yasak kapsamına girdiğinde iptal edemedik, daha doğrusu etmedik. Çok yorulduğum bir mart ayı geçirmiştim, en azından değişiklik olur diye düşündüm. En çok otel odasında vakit geçirirdik, bunalacak bir durum yoktu yani. 

Trenden iner inmez garın karşısındaki büfenin açık alanındaki banklardan birinde oturup geç kalmış sabah kahvemizi içtik. Otelimiz Mevlana Müzesinin karşısındaydı, sorup öğrendik uzak değilmiş, istenirse yürünürmüş bile, ancak sırt çantalarımızla yürümek işimize gelmedi, oraya giden minibüslerden birine bindik ve çabucak otele vardık. Elimizi yüzümüzü iyice yıkayıp, eşyalarımız yerleştirmeden dışarı attık kendimizi. Hava çok güzeldi, yağmur olacağı söyleniyordu ama, şansımıza güneş gökyüzünde pırıl pırıldı. 

İki adım ötemizdeki Mevlana Müzesi'nin girişi arka tarafta olduğundan yüz elli iki yüz metre kadar yürüdük. Girişe gelmeden tam karşıda haşmetli bir kapısı olan yerin ne olduğunu merak ettik, Üçler Mezarlığı imiş. Selçuklu döneminden kalma tarihi bir mezarlık. Zaman kalırsa burayı da gezeriz diye düşündüm, ama Sibel'e söylemedim. Kızım burada da mı mezarlık gezeceğiz demesin diye. 

Bugün müze olarak kullanılan Mevlana Dergahının yeri Selçuklu Sarayının gül bahçesi imiş aslında. Sultan Alâeddin Keykubat tarafından Mevlana'nın babası Sultânü'l-Ulema Bâhaeddin Veled'e hediye edilmiş. Sultânü'l-Ulema 12 Ocak 1231 tarihinde ölünce buraya gömülmüş. Gül bahçesine yapılan ilk defin olmuş. Kendisini sevenler Mevlana'ya giderek babasının mezarı üzerine türbe yaptırmasını istediklerini söylemişler. Mevlana ise "Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur?" diyerek isteklerini reddetmiş. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 tarihinde ölünce oğlu Sultan Veled Mevlana'nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiş. 'Kubbe-i Hadra' (yeşil kubbe) denen türbe, dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine mimar Tebrizli Bedrettin'e yaptırılmış. Bu tarihten sonra yapının çevresindeki inşa faaliyetleri bitmemiş, 19.yüzyılın sonuna kadar eklemelerle devam etmiş. Mevlevi Dergahı ve Türbe, 1926 yılında 'Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi' adıyla müze olarak hizmete başlamış. 1954 yılında ise adı 'Mevlana Müzesi' olarak değiştirilmiş. Önceden 6.500 metrekare olan müze alanı istimlâk edilen Gül Bahçesi bölümüyle birlikte 18.000 metrekareye ulaşmış. 

Türbenin ana binasında Mevlana ve aile bireylerinin mezarları var. Avludaki üzeri kapalı güzel şadırvanı 1512 yılında Yavuz sultan selim yaptırmış. 

  

Türbenin ana binasındaki el yazması eserleri gezerken görevli yanımıza yanaştı ve tam önünde durup hayretle incelediğimiz Sancak Kur'an-ı Kerim hakkında bilgi vermeye başladı. "Bunu bir kız yazmış dedi, saçının telini gümüş suyuna batırıp on sekiz yılda bitirmiş." Bu sefer ona hayretle baktık biz de. Tamam bunu bir kız yazmış olabilir, on sekiz yılda da bitirmiş olabilir de saçının teliyle yazmak nedir yahu? Ayrıca Mevlana Müzesinin internet sitesinde araştırma yaptım, hiç böyle bir bilgi yoktu. Görevli ayrıca bu türbeye yedi kez gelindiğinde yarı hacı olunduğunu da söyledi. Eskiden imkanların kısıtlılığından uzun ve yorucu hac yolculuğuna çıkamayanlar buraya yedi kez gelip hacı olurlarmış. Buna bir şey diyemeyeceğim, vardır belki böyle bir şey, araştırmadım. Çıkınca avludaki şadırvanın havuzuna para atıp dilek dileyin, mutlaka oluyor dedi, biz de hadi ya nasip dedik ve para atıp dileğimizi diledik. 

Türbenin çevresini saran yapılarda sergilenen tarihi ise göremedik maalesef. Pandemi nedeniyle kapatılmış. Türbe açık, ama müze kısmı kapalı, ilginç. En çok 'Kubbe-i Hadra yani Yeşil Kubbeyi göremediğimize üzüldük. Restorasyonda olduğundan çepeçevre kapatılmıştı. 

Zaten bu geziyi saymıyoruz, bir kez daha gelip iki üç gün kalacağız inşallah. Çünkü gezilecek çok fazla yer var Konya'da. Alaettin Tepesi, Meram Bağları, Çatalhöyük ve Kelebekler Vadisi ve de daha birçok tarihi cami. 

Müzeden çıktıktan sonra meşhur büyük çarşısını gezelim dedik. Çok yakında, yürüme mesafesindeydi burası da. Ayrıca öğle yemeği zamanı geçmişti bile ve etli ekmek yemek için sabırsızlanıyorduk. Önce bir market bulalım da akşam otelde geçireceğimiz zaman için atıştırmalık alalım dedik. Bir de anti bakteriyel sabun. Çarşı o kadar büyük ve o kadar fazla bölüm var ki, bakırcılar, manifaturacılar, kuyumcular, sakatatçılar, kadın pazarı denen sebze meyve çarşısı vs. Fakat inanır mısınız bir tane market bulamadık sabun almak için. Ufak bazı büfe tipi marketler var, onlar da toptan satış yapar gibi bir iki kiloluk satıyorlar. Sorduk soruşturduk, çarşının sonunda bildiğimiz büyük bir markete ulaştık. Çocuklar gibi şen alışverişimizi yapıp yemek için lokanta aramaya koyulduk bu kez. Gide gide karşımıza öyle güzel bir yapı çıktı ki, hayranlıkla bakakaldık. Aziziye Cami! Son dönem Osmanlı eserlerinden olan cami aslında 1671-1676 yıllarında Şeyh Ahmet tarafından yaptırılmış, fakat yanmış ve 1867 yılında sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Sultan tarafından Avrupa Barok üslubunda yeniden inşa edilmiş. Mücevher gibiydi, hele minareleri, yivli, üzerleri ferah kubbe ile örtülü. Pencereleri kapısından büyük cami diye de biliniyor. 

 

Caminin tam karşısındaki lokantaya girmeye karar verdik. Açık alanındaki masalardan birine oturduk. Çok isabetli bir karar vermişiz, içtiğimiz ezo gelin çorbası da yediğimiz etli ekmek de muhteşemdi. Yalnız Konya'da porsiyonlar çok büyük, iki kişiye bir yemek söylemek yeterli geliyor bilginiz olsun. 

Artık hem hava kararmak üzereydi hem de çok yorulmuştuk, geziye son verip otelin yolunu tuttuk. 

Sabah, kahvaltıdan sonra çıkış işlemi yapılıncaya kadar odada zaman geçirdik. Elimizde biletimiz ve otel faturamız olduktan sonra yakın çevrede gezebileceğimizi öğrenmiştik. Bir nevi turist statüsündeydik yani. Çantalarımızı otel emanetine bırakıp çıktık. Mevlana Müzesinin karşısındaki Üçler Mezarlığına götürdü ayaklarım beni. Sibel'e baktım, hadi dedim, bir bakıp çıkarız. İlle gezecek bir mezarlık buluyoruz değil mi diye güldü. O haşmetli kapıdan içeri girdik. Biz girerken bir ayağı aksayan büyükçe bir köpek de çıkıyordu. Bakına bakına ilerlerken bir de baktık yedi sekiz tane daha köpek mesken tutmuş bir alanı, oturup kalkıyor, geziniyorlar. Biz onlara onlar bize aldırmadan dolaştık. 

Üçler Mezarlığı, adını, girişinde bulunan üç mezardan almaktaymış. Bunların, Anadolu'ya Müslümanlığı yaymak için Malazgirt Savaşından önce yöreye gelen Horasan Erenlerine ait olduğu sanılıyor. Mezarlığın açılış zamanı bilinmiyor, ancak içindeki Selçuklu mezarlarından bu dönemde kullanıldığı belli. Kapısının yan tarafına büyükçe bir afiş asmış belediye. 1 Nisandan itibaren yeni define kapatıldığı hakkında. Yüzde doksan dokuzu dolmuş artık.  

Buradan çıkınca sola sapıp Konya Kültür Sokağı olarak anılan Mengüç Caddesine geçtik. Trafiğe kapalı bir cadde. Burada eski Konya ev ve konakları restore edilmiş, lokanta, kafe ve nargile evi olarak hizmet veriyorlar. Ancak şimdi hiçbiri açık değil pandemi nedeniyle. Issız, ölü bir sokak gibiydi. 

Trenimiz 17:30'da kalkıyordu, öğle yemeğimizi yiyelim, sonra garın karşısındaki büfenin bahçesinde zaman geçiririz deyip otelimizin yan sokağındaki lokantaya girdik. Aslında yasak kapsamında sadece paket servis var  ama, bizi içeri buyur ettiler. Kuytu kaldığından sıkıntı olmaz dediler. Burada Konya'nın meşhur bamya çorbasını deneyeyim dedim. Kurutulmuş çiçek bamyadan yapılan çorbayı içtim içmesinde de bir daha içer misiniz deseler, yok istemem. Sibel yine etli ekmek yedi, bir parçasını da ben aşırdım. 

Artık gitmek zamanı gelmişti, otelden çantalarımızı alıp bir taksiye atladık ve gara geldik. Gara yaklaşırken geçtiğimiz yolda çok güzel sıra sıra evler gördük. Ne kadar muhteşemdiler. Yemyeşil çimenli bahçelerin içinde müstakil bir iki katlı, sarı boyalı, pencere kenarları beyaz çevreli evler. Şoför, bunların Alman evleri olduğunu söyledi. Tam da büfenin sırasındaydılar, durur muyum? İndikten sonra büfenin bahçesinde eşyalarımı Sibel'e bırakıp evleri keşfetmeye çıktım. Alman evleri olarak bilinen bu on ev, gar binasını yapan Alman şirketinin inşaatta çalışan işçilerin barınması için yaptığı evlermiş. Sonrasında TCDD çalışanlarına lojman olarak verilmiş. 2013 yılında ise belediyeye devredilmiş ve restorasyondan geçmiş. Özgün mimarisi olan bu harika evler sivil toplum kuruluşlarının kullanımına sunulmuş, ancak henüz faaliyete geçmemiş. 

 

Konya gezisinden aklımda kalan en çok bu evler olacak. İçinde yaşayası geliyor insanın inanın. Hani, kiralasalar hemen yerleşirim diye düşündüm doğrusu. 

Aklımda kalacak olan diğer görüntüye gelince, sakatatçılar çarşısındaki her vitrinde gördüğüm kelleler ve kuyruk yağları. Sanki biz niye buradayız diye bakan gözleriyle sıra sıra koyun kelleleri ve kuyruk yağları bir tuhaf etti içimi. 

Evet, Mevlana'nın şehri Konya gezisini anlatmayı ona atfedilen en ünlü şiiriyle bitireyim:

Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...

Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim

Ben Hz. Muhammed'in ayağının tozuyum

Biri benden bundan başkasını naklederse

Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikâyetçiyim...

Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız

Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...

Güneş olmak ve altın ışıklar halinde

Ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim

Gece esen ve suçsuzların ahına karışan

Yüz rüzgarı olmak isterdim....

Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap...

Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz

Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz...

Hayatı sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir

Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır...

Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini

Bizim huyumuzla huylan, bize alış başkalarına değil...

Bir katre olma, kendini deniz haline getir

Mademki denizi özlüyorsun, katreliği yok et gitsin Beri gel, beri!

Daha da beri! Niceye şu yol vuruculuk?

Mademki sen bensin, ben de senim, niceye şu senlik benlik...

Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol…


Yorumlar

Popüler Yayınlar