KISITLAMA KALKTIKTAN SONRA İLK PAZAR GEZMESİ


Aylar boyunca evde geçen tatil günlerimizden sonra ilk pazar gezimiz bu kadar güzel olabilirdi. 

Evde yaptığımız uzun ve keyifli kahvaltımızdan sonra bol köpüklü sade Türk kahvelerimizi de içmiştik aslında. Vakit öğleyi çoktan bulmuştu, hani neredeyse çıkmasak da olur havasına girdim bir ara. Ama yok, uzun kısıtlama sonrası çıkacağımız ilk pazarı es geçmek olmazdı. Hem her acaba sonrası hep çok keyifli döndük eve şimdiye kadar, bugün neden olmasındı. 

Nereye gideceğimizi bile düşünmeden çıktık evden. Dışarıdaki fırın sıcağına rağmen yürüyelim dedik, Doğancılar Parkından geçelim, ağaçların gölgesi güzeldir orada, manolyalar da son demlerini yaşıyor kaçırmayalım. Ne kadar isabetli bir seçim yapmışız, parkta soluklanmak, yemyeşil, bol yapraklı ağaç koridorunun gölgeleri altında yürümek harikaydı. Parkı bitirdikten sonra da Halk Caddesinin gölge tarafında yürüyerek iskeleye geldik. Eminönü mü Beşiktaş mı diye düşünmedik bile, direkt Eminönü vapuruna bindik. Oradan da Bağcılar Tramvayına binip Gülhane'de indik. Gülhane Parkına girip sola dönünce görülen Alay Köşkünün içinde bulunan Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Müzesini gezmek istedik, maalesef pazar günleri kapalıymış. Başka bir güne kısmet artık. Biraz ilerideki Beltur kafeteryasına girdik biz de. Buz gibi limonata eşliğinde nostaljik bir sohbet yaptık. Burada hayvanat bahçesi olduğu dönemi yaşamıştık biz çocukluğumuzda. Gençliğimizde de Tanzimat Müzesi vardı ve bence tam da olması gereken yerdeydi. Ne zaman, neden kaldırıldı hatırlamıyorum. 

Gülhane'den çıkıp sola Soğukçeşme Sokağına saptık. Yeşil Ev açıldı mı açılmadı mı çok merak ediyorduk. İnternette 'sürekli kapalı' gibi bir şey yazıyordu. Sokaktaki Turing görevlilerine soralım dedik. Gerçi artık onlar da TURİNG'in değil Hilton otellerinin işlettiği Hagia Sofia Mansions İstanbul görevlileriydi. "Yeşil Ev neden hâlâ kapalı?" dedim sitemle, "Açıldı efendim" demezler mi? Bizde bir coşku, koştura koştura doğru Yeşil Ev. Fakat tabi her geldiğimizde ille yeni bir fotoğrafımızın olmazsa olmaz olduğu Çelik Gülersoy Vakfı'nın, aynı zamanda İstanbul Kitaplığı'nın önünde şipşak fotoğraf çekmeyi de unutmadan. 


Hey gidi Yeşil Ev, hey gidi Çelik Gülersoy! Bu konuda daha önce birkaç yazı yazdığımdan detaya girmek istemiyorum. Benim için hüzünlü bir hikâyedir. İstanbul için de...

Yeşil Ev aynı zamanda otel olarak da kullanılıyor, fakat şimdi açık değildi anladığımız kadarıyla, girişi bahçeden vermişler. Biz de girdik ve sağa sola enikonu bakınarak pembe mermerden şadırvanın çevresindeki masalardan birine oturduk. Bahçede değişmeyen tek şey bu şadırvandı. Hava ne kadar sıcak olsa da çevresinde oturanı serinliğe ve ferahlığa kavuşturan muhteşem tarihi şadırvan. 

Tam oturdum, bahçenin göz hizama gelen ileri kısımlarındaki bir masada oturan kadını gördüm. Yanılmıyorum dedim, ben bu kadını tanıyorum, hatta o da kısa bir an bana baktı. Kalktım gittim yanına, evet yanılmamıştım, maskemi indirdim ve merhaba dedim. Masanın diğer ucunda da kızı varmış, ona hiç dikkat etmemişim. Karşılıklı şaşırmalar ve hal hatır sormalar derken ayak üstü uzun sayılabilecek bir sohbet ettik. Dünya gerçekten çok küçük dedirtiyor bazı anlar insana. Yıllardır görüşemediğim ana kızı görmek çok mutlu etmişti beni. Onların da mutlu olduğunu sezdim. 

Şimdi efendim, burası artık By Hilton olmuş ya, fiyatların tuzunu tahmin ediyorduk, birer çay ya da kahve içer kalkarız dediydik. Yine de menüyü incelemekten alamadık kendimizi. On beş on altı yıl önce burada mükellef olmasa da karnımızı doyuracak bir öğle yemeği yiyebilirken bunun artık imkansız olduğunu gördük. Sadece bir bardak çayın yirmi lira olduğunu söyleyeyim siz anlayın. Bir bardak limonatanın da kırk lira olduğunu söylemeden geçmeyeyim. Bir bardak çaya dünyanın parasını ödemektense Kadıköy'de bile neredeyse on beş lira olan Türk kahvesini burada yirmi beş liraya içmek akıl kârı geldi. Sonuçta Yeşil Ev'den bir şey yiyip içmeden çıkmak anılarımızı yad etmeden çıkmak demek olurdu. 

Öğle vakti çoktan geçmişti ama kahvaltımız uzun sürdüğünden ancak acıkmıştık. Hadi dedik, doğru Selim Usta'ya. Son geldiğimizde pandeminin ilk yılının yirmi bir haziranıymış, telefondaki fotoğraflardan bulduk tarihi. Ama ne hoş bir gündü o gün ve de ne tenha. Selim Usta'da ilk kez üst kattaki cumbada oturmuş, pencereden Sultanahmet meydanındaki insanlara ve geçen tramvaylara bakarak nefis köftelerimizi yiyip tenhalığın tadını çıkarmıştık. Bugün de çok kalabalık değildi, sıra beklemeden içeri geçip bu kez en üst kata, bir dönem bahçe olan ama şimdi salona çevrilmiş olan yerde yedik. Bu yemeği Yeşil Ev'de yeseydik üç kat fazla para ödeyecektik, bir mali müşavir olarak bunun da hesabını yaptım tabi:)


Selim Usta'dan çıktığımızda saate baktık daha dörttü, dedik ki erken henüz, bir yer daha gezebiliriz. Geçen yıl gittiğimizde pandemi nedeniyle kapalı bulduğumuz ve gerisin geri döndüğümüz Fetih 1453 Müzesine gitmeye karar verdik. İnternetten baktık altıya kadar açık olduğu yazıyor. Önümüzdeki duraktan tramvaya binip Topkapı'da indik. Az biraz yürüyüp girişi bulduk, on lira ödeyip müzeye girdik. 2019 yılının Aralık ayında Bursa'da Fetih Müzesini gezmiş hayran olmuştum. Üç boyutlu resimlerle anlatılan Bursa'nın fethi çok etkileyiciydi. Burada da nasıl bir şeyle karşılaşacağımı az çok tahmin ediyordum, yanılmadım. Gerçekten güzeldi. 


Artık eve dönme vakti gelmişti, biraz daha dolaşırsak ayaklarımıza kara sular inecekti. Yine tramvaya binip dönüşe geçtik. Çapa, Fındıkzade, Yusufpaşa, Aksaray, Laleli derken Beyazıt'a geldik ve birden aklıma ancak Sahaflar Çarşısında bulabileceğimi söyledikleri Kemalettin Tuğcu kitapları geldi. Dedim inelim, bayrama kadar buraya gelemem bir daha. Bu kitapları bayramda köydeki çocuklara götürmeyi planlıyorum çünkü. Geçen sefer bulamamıştım Üsküdar'da ve bana ancak burada bulabileceğimi söylemişlerdi. Gerçi internette bazı kitapçılarda vardı ama elli kitaplık setler halinde satılıyordu. Bulup bulamayacağım şüphesi içinde girdik Sahaflara. Pazar günü çarşıdaki dükkanların neredeyse yarısından fazlası kapalıydı. Ama şans benden yanaydı, açık olan bir dükkanda bir dolu Kemalettin Tuğcu kitabı buldum ve aralarından seçtiğim on kitabı satın aldım. Hem de adet fiyatı internette alabileceğim fiyattan daha ucuzdu. Mutlu mesut çarşıdan ayrılıp, tekrar, bilmem kaçıncı kez tramvaya bindik. 

Hava o kadar sıcaktı ki, Sirkeci'de Marmara'ya binmeden önce de birer limonata içip serinledik ve gara girip artık gerçekten evimizin yolunu tuttuk. 

Çok özlenmiş bir pazar gezisi de böyle bitti işte.

Yorumlar

  1. Her zaman olduğu gibi severek okudum. Günün her daim huzur içinde geçsin. İstanbul ve değerlerini tanıma fırsatı buluyorum yazılarınızda. Lakin, anlattığınız gibi hiç bir şey eskisi gibi değil artık. Bu arada, kitabını okudum bitirdim.
    Ne güzel anlatmışsın yaşadığın çevrenin insanlarını.
    "Tövbemi Bozdum ANNE" kitabında.


    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok teşekkür ediyorum hocam.
      İstanbul ve değerlerini tanıtabiliyorsam ne mutlu bana.
      Kitabıma gösterdiğiniz ilgi ve beğeni için ayrıca çok, ama çok teşekkürler.
      Saygılarımla

      Sil
  2. Merhabalar.
    Uzun bir yasak dönemi sonrası da olsa, emin olun bir Pazar gününe İstanbul gibi bir yerde bu kadar yeri gezmeyi iyi sığdırmışsınız. Bir bardak çayın 20 Lira ve bir bardak limonatanın 40 Lira olması bu gezinizin en cep yakıcı tarafı olduğu da gözden kaçmadı. El insaf, bir buçuk yıl kapalı kaldı diye, uzun süre kapalı kalan işletmenin acısı masum vatandaşa yüklenemez!

    Kemalettin Tuğcu'yu ben de çok okudum. Hala onun kitaplarına olan özleminizi anlıyorum. Ama kitaplara ulaşmış ve seçtiğiniz on kitabı almışsınız.

    Çok güzel, keyifli ve okurken zevk aldığım bir pazar gezisi yazısıydı. Kaleminize, emeğinize ve yüreğinize sağlıklar dilerim.
    Selam ve saygılarımla.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba recep bey,
      Bir pazar gününe bu kadar yeri sığdırabilmemize biz de şaştık ama insan isteyince oluyor gerçekten. İstanbul sevgisi yaptırıyor:)
      Kemalettin Tuğcu'yu çocukken çok okudum. Her ne kadar bazı edebiyat çevrelerinde yazardan sayılmasa da benim için gerçek bir çocuk kitapları yazarıdır. Onun kitaplarında tanıdım yoksulların, öksüz ve yetimlerin yaşamlarını ve bu yaşamdaki dramlarını. Bence şimdiki çocuklar da bilgisayar ve cep telefonlarından kafasını kaldırıp biraz bunları okumalı. Geçen ay köye gittiğinde çocuklara başka güzel kitaplar da götürdüm, ama en büyük isteğim Kemalettin Tuğcu kitaplarını tanıtmaktı onlara, şimdi olacak inşallah.
      Sevgilerle Recep bey.

      Sil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar