KAPI


Bu hafta sonu cumartesi ve pazar akşamüzeri Netflix'de iki film izledim. İkisinde de gözlerimden akan yaşları durduramadım. Rastgele seçtiğim iki filmin de ön araştırmasını yapmadan, konusunu bilmeden oturdum başına. Amacım keyifli bir iki saat geçirmekti, sonunda bu kadar ağlayacağımı hiç düşünmemiştim. hele KAPI filminde, sonunu bile görmeye gerek kalmadan akıttım yaşlarımı sakınmadan. Ama çok keyif aldım hem de çok. Ağlamak keyif almaya engel değil.

Cumartesi akşamüzeri izlediğim film komedi filmiydi üstelik. 2008 yılı ABD yapımı, aileler için çekilmiş bir komedi. Başrollerinde Jennifer Aniston ve Owen Wilson oynuyor. Çocuk sahibi olmakla ilgili tereddütleri olan çift yavru bir köpek alır ve ona Marley adını koyar. Marley çok değişik bir köpektir, onu eğitebilmek imkansızdır yaramazlıkları bir türlü son bulmaz. Zaman içinde çiftin üç çocuğu olur. Her şeye zarar veren Marley çocuklara sevgi ile yaklaşır. Yıllar geçmiş çocuklar büyümüş ve tabi ki Marley de yaşlı bir köpek olmuştur artık. Buraya kadar kahkahalarla izlediğim filmde birden dank etti, köpekler on-on beş yıl yaşar ancak. O dakikadan itibaren Marley hastalandı, değişik ve mücadeleci bir köpek olduğu için biraz direndi ama bir yere kadar. Ailenin babasının, veteriner kliniğinde köpeğine veda sahnesinde dayanamadım artık, saldım kendimi. Film bittikten sonra bir süre ekran karşısında oturdum, sonra yavaşça yerimden kalkıp oğlumun odasında sere serpe yatmakta olan kedimin yanına gittim. Elimi başına uzatıp okşamaya başladım. Hem okşuyor hem konuşuyor hem ağlıyordum. Garibim o da anladı hüzünlü olduğumu sanırım hiç sesini bile çıkartmadı. Çünkü kendini nadiren sevdiren kedilerdendir, ikinci dokunmada yersiniz tırmığı. 

Gelelim yazımın da başlığı olan KAPI filmine.

2019 yılında vizyona giren film, Mardin'den Almanya'ya göç etmiş bir Süryani ailesinin dramatik öyküsünü anlatıyor. 

Berlin'deki evlerinde ailenin torunlarından birinin doğum günü kutlanırken Mardin'den gelen telefonla bir anda her şey değişir. Yirmi beş yıl önce kaybolan oğullarının DNA testi için Türkiye'ye çağrılmaktadırlar. Baba Yakup (Kadir İnanır) ve anne Şemsa (Vahide Perçin) yola çıkarken torunları Nardin de (Aybüke Pusat) onlara katılır. 

Yakup ve Şemsa yeniden, doğdukları topraklarda olmanın heyecanı ve gidiş sebeplerinin acısı içinde, Nardin ise hiç bilmediği muhteşem bir coğrafyada olmanın hayranlığı ile ayak basarlar Mardin'e. Arkadaşları olan kilisenin rahibi onları misafir eder. Önce karakol sonra DNA testi için hastane derken Almanya'ya göç ederken arkalarında bıraktıkları evlerini görmek isterler. Acı bir sürprizle karşılaşırlar. Evlerinin kapısı sökülüp alınmıştır yağmacılar tarafından. O kapı ki, ahşap ustası Yakup için çok önemlidir. Ölen oğulları Mikael ile birlikte yapmışlardır ve anıtsal biçime sahip bir Anadolu kapısıdır. Berlin'den gelirken yanlarında getirdikleri kapının anahtarı ellerinde kalır. Bu kapıyı ve daha birçok göç etmiş ailelerin evlerinin kapılarını söküp antikacılara satan kişinin Remzi olduğunu öğrenirler. Baba Yakup için Mardin'de geçirecekleri bir hafta on gün artık kapıyı arayıp bulma macerasına dönüşecektir. Torunu Nardin onu yalnız bırakmak istemediğinden bu maceraya o da katılır. Yağmacı Remzi Yakup'un ısrarına dayanamayıp onları arabasına alır ve önce Kayseri'deki eski eşya alıp satan dükkana giderler. Fakat kapı orada yoktur. Satıcı tarif edilen kapıyı nereye sattığını hatırlar, böylece İstanbul'a Çukurcuma'ya yolculuk başlar. Yolculuk sürecinde Remzi ailenin hikayesini öğrenir, her türlü yağmacılığın içinde olup adeta duygularını yitirmiş olmasına rağmen koşullar onları birbirini anlamaya iter. 

Sonunda kapı bulunur, DNA testinin de oğulları Mikael'e ait olduğu anlaşılır. Ailenin diğer üyeleri cenaze töreni için Berlin'den gelirler. Yakup, İstanbul'dan getirdiği kapısından eski marangozhanesinde gözyaşları içinde oğluna tabut yapar. Mezopotamya sembolleriyle süslü kapının güvercinleri, hayat ağacı dalları ve narları Mikael'in kemikleri ile birlikte toprağa gömülür.

Filmi izlerken Mardin'in görüntüleri öyle muhteşemdi ki hemen o anda orada olmak istedim. Yıllardır görmek isteyip gidemediğim bu coğrafyayı en yakın zamanda görmeliyim. Filmin hikâyesi, Süryanilerin de tarihi hakkında bilgi sahibi olmamın gerektiğini anlattı bana. O toprakların en eski halklarının neden zorunlu göçe maruz kaldıkları hiç bilmediğim bir konuydu. Doğal olarak filmi izledikten sonra ilk yaptığım iş bunu araştırmak oldu. 

Etkilendiğim bir sahne de, İstanbul'a geldiklerinde kaldıkları Galata'daki otelin balkonunda Yakup ile Remzi sohbet ederken görünen manzaraydı. Yazdım bir kenara, Galata'da bir otelde yahut Pera Palas'ta  bir gün kalıp bu keyfi yaşamalıyım. 

Filmin hikayesi dramatik elbette ve anlattığım son sahnede insan gözyaşlarını tutamıyor gerçekten, fakat benim ağlamam hatta hüngür hüngür ağlamam başka sebepten. Yetmiş iki yaşındaki Kadir İnanır'ın Yakup'un üzüntüsünü, bazen çaresizliğini anlatan gözlerinde babamı gördüm. O gözlerle sanki babam bakıyordu ekrandan bana. Onu ne kadar özlediğimi anladım. Onun yanı başında olmayı istedim. 

Yorumlar

Popüler Yayınlar