DÖRT KISA GÜNDEN KALAN



Dört kısa gündü ama sanki dört ay belki de dört yıl bambaşka dünyalarda dolaşmış gibiyim.

GAP turu kapsamında dört günde altı şehir gezdik. 

Nisan ayının yedisi sabahı saat dörtte Kadıköy Evlendirme Dairesi otoparkının önünde Sabiha Gökçen havalimanına gidecek tur aracımızı beklerken hava soğuktu. Neyse ki çok beklemeden araç geldi ve yaklaşık kırk dakika sonra havalimanına vardık. Kahvaltı niyetine ufak bir şeyler atıştırıp çay içerek geçen zamandan sonra altı kırk beş Diyarbakır uçağına bindik. İki saat sonra indiğimizde güneşli bir hava karşıladı bizi. Dört gün boyunca seyahat edeceğimiz otobüsümüz de geldi ve kahvaltı için Zinciriye Konağı'na hareket ettik. Ortasında küçük bir havuzu olan avlusu ile harika bir yerdi burası. Aslında Diyarbakır'da Hasan Paşa adında bir kahvaltıcılar hanı var ama bizi oraya götürmediler. 


GAP turu gezimizin ilk durağı, ünlü Otuz Beş Yaş şiirinin şairi Cahit Sıtkı Tarancı'nın müze eviydi. Pandeminin yeni başladığı sıralarda internette gezinirken rastlamıştım bu eve, hayran kalmıştım ve bir gün mutlaka gitmeliyim diye düşünmüştüm. Tur için araştırma yaparken gezi programında olduğunu görünce başka tur programlarına bakmadım bile. İşte şimdi o kadar çok istediğim bu müze evdeydim. Diyarbakır'ın köklü ve zengin ailelerinden birine mensup olan Cahit Sıtkı bu evde doğmuş. Ailenin zenginliği evin görkeminden belliydi. Büyük bir avlunun etrafında dört bölümden oluşan binada iklim koşullarına göre otururlarmış. Kuzeyde yazın, güneyde kışın, doğuda ilkbaharda ve batıda da sonbaharda. Yaşamı boyunca kendini hiç beğenmemiş hep çirkin olduğunu düşünmüş ve kırk altı yaşında zatülcenpten hayatını kaybetmiş şairimizin evinin her yerinde bol bol fotoğraf çektik. 

Diyarbakır Ulu Cami ve Dört Ayaklı Minareyi de gezdikten sonra Diyarbakır Surlarının Mardin Kapısına geldik. Hani Mardin Kapı Şen Olur diye bir türkü var ya hep Mardin türküsü sanırdık, değilmiş. Diyarbakır Surlarının Mardin'e bakan kapısının adını taşıyan bir Diyarbakır türküsüymüş meğer. Sözlerini inceledim de 'Buralarda yar seven mutlaka verem olur' diyor. Daha sonra anlatacağım Urfa sıra gecesinde dinlediğimiz türkülerde de aynı minvalde sözler hep. Acı, ağrı, yara velhasıl hep kasvet. Arkadaşım, "Buranın insanı evrene bu kadar acı yüklü sözler gönderince bu toprakların acıdan  kurtulması zor hatta imkansız" dedi. 

Diyarbakır'dan ayrılma zamanı gelmişti, otobüsümüze binip Hasankeyf'e gitmek üzere Batman yolunu tuttuk. Giderken de Diyarbakır'ın ünlü On Gözlü Köprüsünde fotoğraf molası verdik. Burası bana Bursa Nilüfer'deki Misi köyünde dere kenarında ablamla yaptığımız çay keyfini hatırlattı. Dicle nehrinin üzerine yapılmış tarihi On Gözlü Köprünün çevresinde çok güzel çay kahve içilebilecek, yemek yenebilecek yerler var. 

Batman petrol kuyularını otobüsün içinde uzaktan görüp, artık Ilısu Barajının suları altında kalmış olan Hasankeyf'e geldik. Eski Hasankeyf'ten çıkarılmış olan eserleri gördük. Bunların en önemlilerinden biri olan Zeynel Bey türbesi önünde rehberimizin anlattıklarını dinledik. Rehberimiz Furkan adında çok sevimli, iyi niyetli ve bilgili bir gençti. İstanbul'da yaşayan bir Kahramanmaraşlı, dolayısıyla bu bölgeye çok hakim. 

Hasankeyf sular altında kalmadan görmek kısmet olmadı. Şimdi yeni Hasankeyf denilen yerde evleri sular altında kalan insanlara suyun hemen karşısında binalar yapmışlar. Burayı da gördükten sonra Midyat'a doğru yola çıktık. Süryani cemaatinin en önemli merkezlerinden Mor Gabriel Manastırına geldik. Burada bizi manastırın özel rehberi gezdirdi. Saat geç olduğu için kısıtlı zamanımız vardı, çünkü ayin başlayacaktı fakat çok şanslıyız rehber bizi kırmayıp zamanı dikkate almadan detaylı anlattı ve sorduğumuz her soruya cevap verdi. Manastır bana o kadar tanıdık gelmişti ki geçen aylarda izlediğim, Süryani bir ailenin dramını anlatan KAPI filminin burada mı çekildiğini sordum, burası değilmiş, birkaç kilometre uzaktaki Dayrül Zafaran Manastırında çekilmiş. Ayrılmaya yakın ayin zamanı geldiğinden orada öğrenim gören öğrenciler ve papaz ile rahibeler de ortaya çıktılar ve ayin yapılacak bölüme geçtiler. Manastır Geniş ve yemyeşil bir platoda kurulmuş, benim için çok büyüleyici bir ortamdı. 

Buradan Midyat'ın çarşısına gittik. Alışveriş için verilen serbest zamanda biz çok güzel bir açık hava kafesi bulduk ve orada oturduk. Sonra da Mardin'e kalacağımız Grand Yay Otele gittik. Akşam yemeğinden sonra odalarımıza yerleştiğimizde uyumaktan başka bir şey düşünemedik, çok yorulmuştuk. 

Sabah altı buçukta otelin uyandırma servisi ile kalktık. Çantalarımızı hazırlayıp saat yedideki kahvaltıya yetiştik. Sekizde de otobüsteki yerimizi aldık ve yıllardır görmeyi çok istediğim eski Mardin evlerine doğru yola çıktık. Çok kısa sürede Mardin'deydik. Dar sokaklardan yürüyüp o harika evleri gördük. Evlerden birinde yaşayan bir Süryani kadın ziyaretçilere evini açmış, bizi de konuk etti. Avluda ve bahçede fotoğraflar çektik. Kendi yaptığı Süryani nazarlıklardan aldık. Sonrasında aşağıya caddeye inip tarihi çarşı yanındaki minaresi bir ermeni mimar tarafından yapılmış olan Ulu Camiyi gezdik. Çarşıyı da dolaştıktan sonra serbest zaman verildi. Biz alışveriş yapmak yerine Mardin Arkeoloji Müzesini gezdik. Buradan ayrılırken verdiğimiz karar, yakın bir zamanda sadece Mardin'e gelip iki gün kalıp bütün bu güzel evleri detaylı görmek oldu. Doyamadık biz Mardin'e.

Şimdi, biraz batıdaki Kasımiye Medresesindeydik. Yapımı Artuklu döneminde başlayıp Akkoyunlular döneminde bitirilmiş. Kubbelerinin biri yivli diğeri düz. Artuklular döneminde kubbeler genellikle yivli yapılırmış. Muhteşem Mezopotamya Ovasına bakan bu medresede de güzel fotoğraflar çektirip gezimizin en önemli duraklarından Göbeklitepe'ye hareket ettik. Rehberimiz Furkan özellikle Göbeklitepe konusunda uzman olduğunu söylemişti, gerçekten yaklaşık iki saat boyunca bütün taşları çok detaylı olarak anlattı. Buraya gelmeden önce bilgim vardı biraz ama asıl döndüğümde yaptığım araştırmalar, okuduklarım ve izlediklerim ile gördüklerimi harmanladığımda çok heyecan duydum, ürperdim adeta. Hâlâ hemen her gün bir video izliyorum neredeyse.

Göbeklitepe'den sonra Urfa'ya Balıklı Göl'e vardık. İbrahim Peygamberin hikâyesini dinleyip gölün etrafını gezdik. İbrahim Peygamberin doğduğu mağarayı da gördük. 



Akşam olmak üzereydi, Urfa'da kalacağımız Hilton Oteline gidip odalarımıza eşyalarımızı bıraktık. Akşam yemeği için Sıra Gecesi yapılan bir mekana gittik. İşte bu da çok istediğim bir şeydi. Hep duydum, okudum fakat ilk kez bir Sıra Gecesindeydim. Siyatikten bana kalan bağdaş kuramama hasarı yüzünden ayaklarımı uzatarak oturdum yer sofrasına ama harika bir akşam geçirdim. Saz heyetinin söylediği hemen tüm Urfa türkülerine eşlik ettim; meğer ezberimde varmış bunlar. Çocukken dinlemiş olmalıyım birçoğunu. O kadar eğlendim ve o kadar mutlu oldum ki istek türküler bölümünde Ankara'nın Bağları söylenirken sahneye bile attım kendimi. Tek hoşnut olmadığım yemeklerdi. Burası en iyi Sıra Gecesi mekanlarındanmış ama çiğköfte dahil yemeklerin hepsi vasattı. 

Geç bir saatte tekrar otelimize gittik. Güzelim Hilton'un keyfini çıkaramadan uyuyakaldık. Sabah gene altı buçuk uyandırma, yedi kahvaltı, sekizde de otobüste yerimizi alma ritüelini tamamladık ve Harran'a doğru yola çıktık. Muhteşem Harran Ovası manzarasıyla yolculuk edip buraya özgü konik kubbeli evlerden ziyarete açık olan aşirete ait bir evi gezdik. Çok değişik ve muhteşem bir mimariydi. Her kubbe bir oda demek, ne kadar çok kubbe varsa o kadar kalabalık ve maddi durumu iyi bir aile demekmiş. Her odadan diğerine geçiş var. Artık oturulmuyor sadece depo yahut kiler olarak kullanılıyormuş bu evler. Turizme açmışlar, gelen ziyaretçilere gezdiriyorlar ve yöresel ürünleri satıyorlar. 


Buradan ayrılıp Adıyaman'a doğru hareket ettik. Yolumuzun üzerinde Fırat nehrine yapılmış olan, dünyanın da sayılı büyüklükteki barajlarından Atatürk Barajının seyir terasında çay içip barajı izledik.

Şimdi artık gezimizin yine en önemli duraklarından Nemrut Dağında gün batımını izlemeye sıra gelmişti. Otobüs bizi belli bir yere bıraktı ve bekleyen üç tane minibüse binip yola çıktık. Yolumuzun üzerindeki Karakuş Tümülüsü ve Cendere Köprüsünü gezip Nemrut Dağına tırmanışa hazır olduk. Rehberimiz sıkı giyinmemizi söylemişti, inmeden önce minibüslerde kazak ve hırkalarımızı giydik. Aşağıda günlük güneşlikti hava ama yukarıda temmuz ayında bile soğuk oluyormuş. İlk olarak özel yapılmış beton merdivenlerle başladık çıkmaya. Her on on beş metrede bir dinlenmek için banklar vardı ve biz arkadaşımla çok sık oturduk bu banklara. Oysa her yıl Büyükada'da Aya Yorgi'ye tırmanıp bana mısın demeyen bizim için kolay olur sanmıştık. Yukarıya çıktıkça oksijen de azalıyor, ondan dediler. Özel yapım beton merdiven bitince taşlı yol başladı, az kaldı ha gayret diye diye zirveyi gördük ama o da ne? Kar! İnanılır gibi değil ama kar yürüyeceğimiz yolu tamamen kaplamış, önden yürüyenleri takip etmemiz gerekiyor. Bizim turu kaybetmiştik, rehberimiz acele etmeyin dinlene dinlene gelin ben yukarıda bekler siz gelince anlatmaya başladım deyince biz de dinlenme işini epey abartmışız anlaşılan. Tepeye yakın bölgede karın başladığı yerde yol ikiye ayrılıyor. Sağdaki yol ilk olmamız gereken Doğu Terasına götürecek bizi. Soldaki ise gün batımını izleyeceğimiz Batı Terasına; sağda kar var, sol ise açık. Bizim önce Doğu Terasına gidip heykel ve kaidelerini görüp onların hikâyelerini dinlememiz ve oradan çepeçevre yürüyerek Batı Terasına geçmemiz gerektiğinden soldaki yolu denemeye kalkmadık bile. Zaten biz oraya vardığımızda o yoldan giden de yoktu. Fakat bu karda nasıl geçecektik bu yolu? Başka bir turun rehber ve ziyaretçilerine denk geldik. Herkes zar zor oflaya puflaya yürümeye çalışıyordu. Hadi benim ayaklarımda bot vardı bir şekilde adım adım yürüyordum da arkadaşımın ayağında spor ayakkabı vardı ve inanılmaz şaşkındık. İki ayağını tam basabileceğin bir genişlik yok o derece dar bir yol. Sağ tarafıma bakamıyorum çünkü uçurum gibi dik, bir kez bakma gafletinde bulundum başım dönüp sola, daha eğimli yere çöküp ellerimle tutunarak gitmeye çalıştım. Bu çok daha zordu, en iyisi gene ayakta ama sağa sola bakmadan dikkatle yürümekti. Arkadaşım arkamda elleriyle tutuna tutuna yürüme işini başarmışa benziyordu, ama çok zorlandığı belliydi, söylenip duruyordu. En çok da, "Aşağıda soğuk için battaniye kiralayacaklarına karda yürümeye değnek kiralasalardı ya" diyordu. Artık karlı yolun sonuna geldiğimizde daha da zorlanmaya başladım ve başka turun rehberine yardım için seslendim. Sanki o an yardımsız orayı geçemeyecek gibiydim, sağolsun elimi tutup çekti beni. Önümüzde görevliler varmış kardan kurtulup etrafa bakınca gördüm. Ööyle seyrediyorlar sadece. Arkadaşım, "Neden açtınız burayı daha karlar erimemiş" deyince, "Biz açmadık, Turizm Bakanlığı açtı, sıkıntı yok düşersen çıkarırız seni." demez mi? Neyse sağ salim ikimiz de kardan kurtulup Doğu Terasına attık kendimizi. Rehber Furkan durumu öğrenince üzüldü, "Keşke batıdan gelseydiniz biz oradan yürüdük." dedi. Yukarıda manzara muhteşemdi tabi ki, bütün sıkıntılara değecek kadar. Kommagene Kralı I.Antiochos'un tanrılara ve atalarına minnettarlığını göstermek için yaptırdığı mezar ve anıtsal heykeller büyüleyiciydi. Anlatım bittikten sonra Batı Terasına yürümeye başladık fakat orada da bir kısım yerde kar vardı, gerçi uçurum gibi değildi Allah'tan ama gene de zordu yürümek ve arkadaşım bir iki kez düşüp kalktı. Turdaki en aksi ve hoşlanmadığımız insanlar yardımcı oldular burada sağolsunlar. Sonunda Batı Terasındaydık ve gördüğümüz manzara gerçekten muhteşemdi. Güneşin batmasına yirmi dakika vardı ve havada bir tane bile bulut yoktu, bu da büyük şanstı çünkü bu kadar yolu çıkıp da bulutlar yüzünden gün batımını veya gün doğumunu göremeyenler oluyormuş. Oturmak için konan tahta sıralarda güzel bir yer bulduk kendimize ve güneşin batmasını beklerken birden bir gülme krizi geldi bize. Bu kadar karnıma ağrılar girecek derecede güldüğümü hiç hatırlamıyorum. Bir ara elimi arkadaşımın dizine koydum sırılsıklam olmuş. "Eyvah!" dedim, "Çok üşüyeceksin." Bu kez o da daha çok gülerek, "Evet, düşerek ölmedim galiba donarak öleceğim." dedi. 

Güneşi harika batırdık, fotoğraflar, videolar çektik ve hemen yola koyulduk, çünkü hava hemen kararıyordu. Bu kısımda da hafif kar vardı, arkadaşım artık dayanamadı, çocukluğumuzda yaptığımız gibi çoraplarını çıkarıp ayakkabılarının üstüne geçirdi ve rahat rahat geçti karlı bölgeyi. "Keşke daha önce düşünseymişim." diye de hayıflandı.

Geldiğimiz yolu inip aşağıda bizi bekleyen minibüslerimize bindik ve virajlı zor yolu bitirerek otobüsümüze ulaştık. Adıyaman merkezdeki Antiochos oteline vardık. Kardeşim, bu bölgedeki en kötü otellerin Adıyaman'da olduğunu söylemişti ama bizim otelimiz iyiydi doğrusu. Yemeğe geç kalmıştık, apar topar yiyip odamıza geçtik fakat öyle yorulmuşum ki banyo falan yapamadan zar zor üstümü değiştirip yatağa attım kendimi. Normalde her akşam defterime notlarımı yazıyordum ona bile halim kalmamış. Derin bir uykudan sonra sabah gene her zamanki saatte uyanıp kahvaltıya indik ve sekizde otobüste buluştuk. 


Bugün Halfeti'de tekne turu yapacaktık ilk olarak. Birecik Barajının yapılmasıyla yaklaşık iki bin yıllık tarihi köy sular altında kalmış. Tekneye binmeden önce rehberimiz, tekne gezisinin çok güzel olduğunu hatta çalan türküler eşliğinde oynayıp eğlenildiğini ancak kendimizi bu köyün insanlarının yerine koyarsak, tüm anılarının, yakınlarının mezarlarının bile sular altında kalan bu insanları ancak anlayabileceğimizi söyledi. Bir köylü anne babasının mezarlarını ziyaret etmek için her yıl dalgıç eşliğinde suya dalıyormuş mesela. Gölün tekneye bindiğimiz yakası Adıyaman iline, Rumkale'nin olduğu karşı yakası ise Gaziantep iline bağlı. Bizim için keyifli bir geziydi doğrusu. Gerçekten manzara harikaydı. Sular altında kalıp sadece minaresi su üzerinde olan caminin yanına kadar gittik ve suyun yüzeyinden caminin gövdesini gördük. Burada siyah gül yetişiyormuş. Kolonyasını yapmışlar, aldık oldukça güzel kokuyor. Siyah gül sadece bu toprakta yetiştiğinden çok değerli. 

Artık son durak Gaziantep'e gitme zamanı gelmişti. İki saati aşan bir yolculuktan sonra ünlü Zeugma Müzesine ulaştık. Beş yıl önce, yeğenim burada zorunlu hizmetini yaparken gelmiştik ablamla Gaziantep'e. Zeugma Müzesini de eni konu gezmiştik. O zaman hayran kalmıştım mozaiklere. O zaman rehbersiz gezdiğimizden bu kadar çok bilgi edinememiştim gerçekten. Aynı hayranlık aynı mutlulukla  tekrar gezmiş oldum çok şükür. Müzeden sonra İstanbul uçağına gidişe kadar serbest zamanımız vardı. Beş yıl önce dolaştığım ve hayranı olduğum sokaklardan tekrar geçerken çok mutlu olduğumu hissettim. 

Ve sonunda Gaziantep Havalimanındaydık. Dört gündür yaşamımızı paylaştığımız insanlarla neredeyse akraba gibi olmuştuk. Kimileriyle dostluk kurmuştuk kimileriyle ise ancak selâm sabah o kadar. En büyük rahatsızlığımız bazılarının kimseye saygı duymayıp sadece kendini düşünmesi, sıra beklemeyi bile bilmeyip başkasının hakkını yemesiydi. Üstelik çocuklarıyla gelmişler ve çocuklarına da bu şekilde örnek olup hiçbir rahatsızlık duymuyorlardı. Yolculuğun sonunda, böyle insanların birinden duyduğum cümleyi ise hep gülerek hatırlayacağım. "Dünyanın hemen her yerini gezdim, gördüğüm en kalitesiz insanlardan oluşan turdu bu."  

Sonuçta çok iyi zaman geçirdiğimiz düzgün insanlar da vardı ve artık ayrılıyorduk. Dört gün çok uzun bir zaman dilimi oldu yaşarken ama havalimanında uçağı beklerken, "Bitti mi yani şimdi, gidiyor muyuz?" dedik. 

Yıllardır yapmak istediğimiz geziyi gerçekten keyifle yapmanın mutluluğu ile döndük evimize. 

Umarım ayrı ayrı tekrar gidip görmek nasip olur. Ama Nemrut'a değil, değdi ama yetti de bana bu kadar heyecan.

Yorumlar

Popüler Yayınlar